28 Aralık 2009 Pazartesi
2009'dan 2010'a; adını yazdım gene hatıralarıma...
İçin dolup taşar ya bir insanı her andığında, durup düşündüğün zaman burnun sızlar ya hani; sen benim için o demeksin işte.
Ne zaman bir sıkıntı gelip otursa yüreğime, hep ilk koşanımsın
Ne şekilde acırsa acısın canım, sen yaralarımı hep ilk saranımsın
Ne olursa olsun her daim yanımda duracağına, tek inandığımsın
Hele bu yıl, bu korkunç yıl adına "GEÇMİŞ" dediğimiz o kumbarada biriktirdiklerimiz...
Öyle karanlıktı ki yüreğim, ışığınla bana aydınlığa giden yolu gösterdiğinde; gözlerimi kırparak bakmak zorunda kaldım uzattığın eline...
"Hastalık" dedim, "Geçecek" dedin; "çok küçük daha" dedim "büyüyecek" dedin; "korkuyorum" dedim, "cesaret" dedin...
Vakti geldiğinde tüm yıkılmak isteğime rağmen öyle bir yerde durup o kadar sıkı tuttun ki ben ayakta kalmaktan başka birşey yapamadım...
Gündüz, gece, yaz, kış, uzak, yakın, sıcak, soğuk demeden öyle isteyerek kaldın ki baş ucumda, çoğu zaman 'hep isteyen' olmaktan delice utandım. Utandığımı anladığın her saniye öyle kızgın baktın ki yüzüme, bu sefer de seni üzmüş olmaktan utandım...
Öyle iyi biliyorum ki sendeki değerimi, sözlerinle değil yüreğinle verdiğin kıymeti...
Söz konusu olan "Ben" olduğumda, sen kendine bile bencil olup hep bana adadın, bana harcadın, bana sakladın en büyük duaları
Gözyaşlarım benim yanaklarımdan senin yüreğine düştü her seferinde
Kahkahalarım umut oldu senin yarınlarına
Sen verdikce ben doymadım, hepsini aldım arsızca: Sevgi, Şevkat, Dostluk, Güven, Sabır, Sadakat, Zaman, Hayat...
Ama ne olur sakın unutma;
Ömrümüzden bir yıl daha gömüyoruz havaya,
Büyüyorsun biraz daha...
Yolu birlikte yürüyor olmak,
Hayatın verdiği en büyük hediye bana...
Ve ben; Sana olan teşekkürümü sığdıramam hiçbir hediye kutusuna...
Gelen yeni yıldan dileğim tüm dostlarım için elbette,
Andıklarında yürekleri sevgi ve mutluluk ile çarpacak insanlarla dopdolu, hep mutlu olacakları bir 2010 olsun kapılarında...
18 Aralık 2009 Cuma
Yağmur
Nasıl bir yağmur var dışarıda... Kış haliyle, pek de normal yağış olması diyeceksiniz tabii doğal olarak :)
Camdan bakıyordum az önce, site sakinlerinden birisi arabasını park etti ve inip bütün hızıyla, ıslanmadan evine ulaşabilmek için koşmaya başadı. O sırada kaldırımda zar zor yürümekte olan şemsiyeli birini farkettim. Koşmuyor ama şemsiyesine hakim olmak için çaba sarf ederek hızlıca yürüyordu.
Markete gitmeyi planlıyordum fakat bu manzarayı görünce Yok dedim, bu yağmurda gidilmez!
Yarına kalsın alışveriş, ıslanmaya değmez...
Tam salona doğru dönmek üzereydim ki bakışlarım biraz ilerideki halı futbol sahasına takıldı, bir an "neden yakarlar ki bu spotları boşu boşuna!" diye söylendim kendi kendime.. Fakat dikkatli bakınca inanamadım gördüğüm duruma... En az 10 kadar insan ( ki tahminen yaşları 20-25 ler civarındadır ) bir topun peşinde koşturmaktaydılar. Deliler gibi. Sırılsıklam.
Ve neşe içinde!
Kötü hissettim kendimi bir süre.
Sürekli erteliyorum birşeyleri. Sürekli sonra... yarın... haftaya...diye ileri atıyor ve bir de ekliyorum belki... mümkün olursa... bakarız... diye peşine.
Neden peki? dedim. Ve neden diye düşününce farkettim ki her erteleyişimde biraz daha isteksiz, biraz daha gönülsüz ve biraz daha yorgun hissediyorum kendimi. İçimden gelmeyenlerin sayısı artıyor, çığ gibi büyüyor ve beni ezip yok ediyor.
Yağan yağmurda neşe ile ıslanmayı bilemedikten sonra gülümseyerek bakan güneşi gördüğüne de sevinip ısınamıyor ki insan...
Bırakmalı biraz akışına, yağıyorsa ıslanmalı; soğuksa üşümeli; yeter ki ertelemeden yaşamalı şarkıdaki gibi
yağmurun atında şarkı söylüyorum
yağmurun altında sadece şarkı söylüyorum
ne büyüleyici bir duygu
ve tekrar mutluyum
bulutlara gülüyorum
öyle karanlık ki,yukarı daha yukarı
güneş benim kalbimde
ve aşk için hazırım.
sizi takip etmesi için izin verin fırtınalı bulutlar,
yeryüzündeki herkesin.
yağmurla gel
yüzümde gülümseme var
yolun aşağısına yürüyeceğim,
mutlu bir nakaratla..
sadece yağmurda şarkılar söyleyerek(şarkılar söyleyerek)
yağmurda dans ederek
yine mutluyum
yağmurda şarkı söylüyor ve dans ediyorum
dans ediyor ve şarkı söylüyorum...
Camdan bakıyordum az önce, site sakinlerinden birisi arabasını park etti ve inip bütün hızıyla, ıslanmadan evine ulaşabilmek için koşmaya başadı. O sırada kaldırımda zar zor yürümekte olan şemsiyeli birini farkettim. Koşmuyor ama şemsiyesine hakim olmak için çaba sarf ederek hızlıca yürüyordu.
Markete gitmeyi planlıyordum fakat bu manzarayı görünce Yok dedim, bu yağmurda gidilmez!
Yarına kalsın alışveriş, ıslanmaya değmez...
Tam salona doğru dönmek üzereydim ki bakışlarım biraz ilerideki halı futbol sahasına takıldı, bir an "neden yakarlar ki bu spotları boşu boşuna!" diye söylendim kendi kendime.. Fakat dikkatli bakınca inanamadım gördüğüm duruma... En az 10 kadar insan ( ki tahminen yaşları 20-25 ler civarındadır ) bir topun peşinde koşturmaktaydılar. Deliler gibi. Sırılsıklam.
Ve neşe içinde!
Kötü hissettim kendimi bir süre.
Sürekli erteliyorum birşeyleri. Sürekli sonra... yarın... haftaya...diye ileri atıyor ve bir de ekliyorum belki... mümkün olursa... bakarız... diye peşine.
Neden peki? dedim. Ve neden diye düşününce farkettim ki her erteleyişimde biraz daha isteksiz, biraz daha gönülsüz ve biraz daha yorgun hissediyorum kendimi. İçimden gelmeyenlerin sayısı artıyor, çığ gibi büyüyor ve beni ezip yok ediyor.
Yağan yağmurda neşe ile ıslanmayı bilemedikten sonra gülümseyerek bakan güneşi gördüğüne de sevinip ısınamıyor ki insan...
Bırakmalı biraz akışına, yağıyorsa ıslanmalı; soğuksa üşümeli; yeter ki ertelemeden yaşamalı şarkıdaki gibi
yağmurun atında şarkı söylüyorum
yağmurun altında sadece şarkı söylüyorum
ne büyüleyici bir duygu
ve tekrar mutluyum
bulutlara gülüyorum
öyle karanlık ki,yukarı daha yukarı
güneş benim kalbimde
ve aşk için hazırım.
sizi takip etmesi için izin verin fırtınalı bulutlar,
yeryüzündeki herkesin.
yağmurla gel
yüzümde gülümseme var
yolun aşağısına yürüyeceğim,
mutlu bir nakaratla..
sadece yağmurda şarkılar söyleyerek(şarkılar söyleyerek)
yağmurda dans ederek
yine mutluyum
yağmurda şarkı söylüyor ve dans ediyorum
dans ediyor ve şarkı söylüyorum...
12 Aralık 2009 Cumartesi
Kedi & Fare
Rivayet bu ya eskilerde farelerin uyurken insanların kulaklarını, burunlarını kemirdiğini anlatırlardı. Üfleye üfleye kulak kemiren fareler… Eminim hissedemeden yeniliyor olmak; dilden dile anlatılırken bile inanılır gibi gelmezdi benim gibi sizlere de.
Ama gerçekmiş ne yazık ki.
Hani uykunun en tatlı yerinde hafiften üşüse de kendini açamaz ya insan; işte o saniye sıcacık, güven dolu yatağında hissettiğin tatlı ürpermenin sebebinin pis bir farenin nefesi olduğunu nasıl düşüneceksin ki? Mümkün değil.
Üstelik öyle sıcak üflüyorlar ki insanın yüreğine; pek çoğumuz bizi de kemirene kadar göremiyoruz ne yazık ki dibimize sokulmuş iyi ayaklı günümüz faresini.
İşin en ağır gelen tarafı da bu işte; fark edemeden, sessizce ve sinsice kemirilmek ve bu yüzden farenin suratının ortasına yumruğu koyacak fırsatı bulamamış olmak...
Üstüne üstlük bir de Kedi olunca kemirilen, iyice ağır geliyor haliyle ;)
11 Aralık 2009 Cuma
Hayata Not
8 Aralık 2009 Salı
Alkışlanası Yalnızlar
Çoğunluk gibi düşünmemek, davranmamak ve görünmemek genellikle yapayalnız kalmaya sebep olsa bile özündeki tek sebep DOĞRU OLANDAN YANA OLMAK olduğu sürece alkışlanası bir tek başınalık yaşatır insana.
Yalnız kalmamak için kalabalığa karışanlar sadece kalabalık içindeki yalnızlardır...
Ve aslında yoklardır...
25 Kasım 2009 Çarşamba
21 Kasım 2009 Cumartesi
Öküz!
Geçen gün İstanbul’un bir ucundan öbür ucuna kadar yol kat etmem gerekti. Hızlı hareket etmesi gereken bir anne olarak tüm lüksümden vazgeçip seri olabilmek adına Metrobüs hattını kullandım.
Seyahat esnasında her telden insanı gözleyebilmek hoşuma da gitti işin aslı.
Ayakta kalanlar da olduğu halde gene çok kalabalık değildi, en azından diğer insanlarla yapışık kardeş olmadan seyahat edebilir durumdaydık.
Yolculuğun ortalarına doğru bir çift bindi, oturduğum koltuğun yanındaki bekleme alanında yolculuğa başladılar. Biraz sonra karşımdaki bey inmek üzere yerinden kalktı ve bahsettiğim çiftin erkek olanı yanındaki hanımı itekleyerek “Otur” dedi. Hanım sessizce ilerledi gösterilen koltuğa ve otururken adamın elindeki poşeti de almak üzere bir hamle yaptı. Adam tüm sevimsizliği ve korkunç kaba bir tavırla “ Bırak” diyerek ittirdi kadının uzattığı elini.
Bu ne şimdi ya! dedim içimden. ÖKÜZ!
Poşeti vermemesinin mantığının kadına yük etmek istememesi olduğu aşikar. Tamam, bu düşünceye diyecek tek lafım yok. Ama bunu adam gibi ifade etmedikten sonra nerede kaldı senin iyi niyetin? Niyet her zaman önemlidir, bunu da reddetmek olası değil fakat adam gibi “Sen yorulma, ben taşırım” diyebilmek bir erkeğin egosuna neden dokunur ki?
O sıra gözüm kadının yüzündeki mimiğe takılınca iyiden iyiye hayretler içinde kaldım. Son derece keyiflendi hanım kızımız adamın elini itekleyip “Bırak!” demiş olmasına ve sırıtışa yakın bir aydınlık haline döndü bu memnuniyet yüzünde. Birkaç saniye önce yaşanan iteklenmeye şahit olmasam kadının yüzüne bakıp adamın tüm aşkıyla sevgisini haykırdığını sanacağım metrobüsün orta yerinde…
Bu sefer kadına sinirlendim. “Ohh olsun, hak ettiğin muameleyi gördün işte” dedim içimden. Biz kadınlar hayatımızdaki erkeklerin kabalıklarını bu kadar hoş görüp “Öküz ama seviyor” bahanesini yeğ tutmasaydık bu toplum bu kadar gerilemezdi diye devam ettim düşüncemi büyütmeye. Bloga yazmalı dedim bu konuyu. “Hey kadınlar kendinize gelin, akıllı olun, toplum içinde rencide olmak istemiyorsanız size saygı duymayı bilen erkekleri sokun hayatınıza” diye yazmam lazım diye az çok şekillendirdim bile yazıyı.
O sırada ilerdeki koltukta oturan bir başka bey kalkıp inmek üzere kapıya yöneldi. Bahsi geçen poşeti tutan kaba ve sevimsiz adamın hemen ardında duran bir başka bey öne atıldı oturmak üzere.
Fakat hedefe ulaşamadı. Çünkü poşeti tutan kaba ve sevimsiz adam şu bizim meşhur poşeti tutan kolunu adamın yoluna doğru uzatıp yolunu kesti ve “ Ayakta kadın var” dedi, sonra da ayakta duran hanıma seslenip “Gelin yer var” diyerek boşalan koltuğu gösterdi.
Amanın!
Gördün mü dedim kendime senin öküzdeki zerafeti … İlk karşılaşmamızdaki o kaba tavrı unutmam sadece birkaç saniyemi aldı. Bu sefer de kaba ve sevimsiz adama sempatiyle dolan yüreğimin gözleriyle bakıp dünyanın en asil erkeği gibi görmeye başladığımı fark ettim. Ve düşünceli, eğitimli, kibar, şefkatli, iyi yürekli hatta.
Bu sefer benim yüzümde önüne geçemediğim bir aydınlık ve keyif hali oluşmuştu ister istemez….
O kadar çok mesaj var ki bu yazıda altını çizmek isteyeceğim. İşte o yüzden son söze bağlamayıp herkesin içinden gördüğü kadarını alması dileğiyle bitirmek en güzeli…
Sevgiler
Not: Görsel http://mahserin4atlisi.wordpress.com/2009/04/15/racon-tamam/ adresinden alınmıştır
17 Kasım 2009 Salı
Kokular...
Sevgili Bulut "Sevdiğim ve Sevmediğim Kokular" konulu mim ile mimlemiş beni.
Teşekkür ediyorum kendisine ve hemen başlıyorum yazmaya...
Her şeyden önce oğlumun kokusuna bayılıyorum. Hastalık yüzünden bir haftadır yıkanmadığı durumlarda bile kokuyla ilgili tüm titizliğime rağmen hiç rahatsız olmuyor, içime sokarak öpüp kokluyorum miniğimi.
Migren hastası olan arkadaşlar bilirler; bizim için en güzel kokunun bile fazlası ağrıyı tetikleyici olduğu için özellikle bu konuda hassasızdır. İşte özellikle bu yüzden kokunun hissettirdiği ile birlikte kararında olup olmaması da önemlidir benim için.
Kararında olduğu sürece;
Günün her saatinde, özellikle sabah uykudan uyanırken odayı dolduran taze pişmiş kahve kokusuna koşarak kalkmışlığım çoktur.
Çocukluğumu yaşadığım Levent'te akşamüstleri evimizin bahçesine kurulan çay sofralarına eşlik eden çay ve simidin kokusunu özlerim sık sık.
Gene evimizin bahçesinde yükselen Hanımeli çiçeğinin ve İğde Ağacının kokusuna da epeydir hasretim.
Bolca güneş gördüğüm yaz günlerinde tenimin deniz ve güneş kremi kokmasına bayılırım.
Çimen kokusu ki özellikle yeni biçilmiş ise eğer, yağmurun toprağa düştüğünde yarattığı doğal tazelenmenin kokusunu, fırından yeni çıkmış veya kızarmış ekmeğin kokusunu da severim pek çoğunuz gibi.
Çikolata'nın dolu dolu taşıdığı kakao kokusunu, Vanilya'nın neşeli kokusunu ve Tarçın'ın davetkar kokusunu da atlamadan yazmak lazım.
Portakal ve Limon ağaçlarının yapraklarını ovuşturunca elimde bıraktığı kokuyu, yan masada içilen piponun kokusunu duymayı da severim.
Yumuşatıcının kıyafetlerime taşıdığı kokuyu duymak ve yeni değişmiş yatak çarşaflarında uykuya dalmak keyif verir bana.
Parfüm olarak J.P. Gaultier Classic hiç vazgeçemediğim tercihlerimdendir.
Aklıma ilk düşenler bunlar oldu keyif aldığım anları düşündüğüm zaman.
Bir de hayatı kabusa çeviren kokular var ki adlarını anmak bile beni rahatsız edip çaptan düşürebilir :(
Ter kokusu, Ayak kokusu, Ağız kokusu, Naftalin kokusu, Küf ve Rutubet kokusu, Tiner ve Çöp kokusu. Neyse ki hayatımda sadece 2 defa duyduğum bozuk yumurta kokusu ve yanmış yemek kokusu...
Şimdi ben de bu keyifli MİM'i fikirlerini paylaşmak üzere ( eğer vakit bulabilir ve beni kırmazlar ise) Sevgili Haykırış ve Sevgili Zehra ' ya paslamak istiyorum.
Sevgiler,
7 Kasım 2009 Cumartesi
Sadece Anmak değil Yas Tutmak Zamanıdır Zaman
Geldi gene 10 Kasım.
Yas değil Anma Günü!
Nasıl kabulleniyoruz bazı şeyleri kuzu kuzu, anlayamıyorum bazen. Nerede kaldı bizim sağduyumuz? Nerede kaldı bizim yitirmemek için direneceğimiz değerlerimiz? Nerede kaldı bizim birliğimiz bütünlüğümüz?
Milletce etrafında toplandığımız en büyük şükrümüzü yerle bir etmelerine bile sessiz kalıp yeni nesile Mustafalaştırılmış bir Ata bıraktık malesef.
Yavaş yavaş kanımızı değiştirdiler sanki bizim. Birlikte büyüdüğümüz insanların bile o kadar şaşırtan söylemlerine şahit oluyorum ki inanamıyorum o kelimelerin o ağızlardan döküldüğüne...
Bizler uyurken bizi değiştiriyorlar. Birer birer. Hissettirmeden. O kadar planlılar ki biz uyanık ve akıllı geçinenler gözümüzün önünü bile göremiyoruz malesef. Önümüze atıyorlar bir yem, hep birlikte uçuyoruz yemin üstüne.
Tepki vermek lazım diyoruz. Ellerimizi kavuşturup bekliyoruz. Birisi çıkıp tepsin şunları diye dua ediyoruz.
Kim çıkacak ?
Hiç kimse!
Kimse beklemesin bir mucize olup hayat eski haline dönecek, ülkem aydınlanıp çocuklarımıza umut dolacak diye. Yok böyle bir gelecek artık.
Bir toplumu uyuşturmak için uygulanan tüm psikolojik baskıları kullandılar üstümüzde. Sindirdiler bizi. Böldüler, sömürdüler bizi. Ötekileştirip doldurdular üstelik. Çoğunluğuz zannetmemizi sağlayıp kendi ideolojilerini gizli gizli empoze ettiler zayıf olanlarımıza. Sonra onların etrafındakilere. Sonra da onların etrafındakilere. Çember günden güne daralırken bizler sandık ki hala özgürüz. Hala Laik ve Demokratiğiz.
Şimdi ufak ufak farkettik azınlık olduğumuzu ama gene değişmiyor hiçbir şey.
Yılmaz Özdil yazıyor, hep birlikte beğeniyoruz. Facebook da paylaşıp altına imza atıyoruz. Ama başka Yılmaz Özdil'ler çıksın diye gayret etmiyoruz. Bilakis yazarı tek ses haline getirip karşımızdakilere hedef işaret ediyoruz. Hedefi çoğaltıp işlerini biraz zorlaştırmak aklımıza bile gelmiyor...
10 Kasım'da profillerimize Atatürk resmi koyalım diyorlar. Tamam diyoruz, yapalım da duyulsun sesimiz!
Sesimizi duyurmayı bu sanıyoruz çünkü. Elimizden hiçbir şey gelmeden oturuyoruz ama profile iki resim atıp bir şiir yazmayı tepki vermek sanıyoruz. Sonra da elden geleni yaptık huzuruyla kahvelerimizi yudumlarken elalem Cumhuriyet'imizin içine turp suyu sıkıyor, öyle bakıyoruz aval aval...
Ne acı ki sadece "Bizdenmiş" gibi yapan maşaların elinde suni gündemlerle yoldan çıkarılıp en kolayından güdülüyoruz.
Yok efendim bu 10 Kasım'da "Anmıyorum", kesinlikle "Yasındayım" ben.
Bugün artık sadece Ata'mın da değil; avuçlarımızdan uçup giden hür ve laik ülkemin de yasındayım...
Yas değil Anma Günü!
Nasıl kabulleniyoruz bazı şeyleri kuzu kuzu, anlayamıyorum bazen. Nerede kaldı bizim sağduyumuz? Nerede kaldı bizim yitirmemek için direneceğimiz değerlerimiz? Nerede kaldı bizim birliğimiz bütünlüğümüz?
Milletce etrafında toplandığımız en büyük şükrümüzü yerle bir etmelerine bile sessiz kalıp yeni nesile Mustafalaştırılmış bir Ata bıraktık malesef.
Yavaş yavaş kanımızı değiştirdiler sanki bizim. Birlikte büyüdüğümüz insanların bile o kadar şaşırtan söylemlerine şahit oluyorum ki inanamıyorum o kelimelerin o ağızlardan döküldüğüne...
Bizler uyurken bizi değiştiriyorlar. Birer birer. Hissettirmeden. O kadar planlılar ki biz uyanık ve akıllı geçinenler gözümüzün önünü bile göremiyoruz malesef. Önümüze atıyorlar bir yem, hep birlikte uçuyoruz yemin üstüne.
Tepki vermek lazım diyoruz. Ellerimizi kavuşturup bekliyoruz. Birisi çıkıp tepsin şunları diye dua ediyoruz.
Kim çıkacak ?
Hiç kimse!
Kimse beklemesin bir mucize olup hayat eski haline dönecek, ülkem aydınlanıp çocuklarımıza umut dolacak diye. Yok böyle bir gelecek artık.
Bir toplumu uyuşturmak için uygulanan tüm psikolojik baskıları kullandılar üstümüzde. Sindirdiler bizi. Böldüler, sömürdüler bizi. Ötekileştirip doldurdular üstelik. Çoğunluğuz zannetmemizi sağlayıp kendi ideolojilerini gizli gizli empoze ettiler zayıf olanlarımıza. Sonra onların etrafındakilere. Sonra da onların etrafındakilere. Çember günden güne daralırken bizler sandık ki hala özgürüz. Hala Laik ve Demokratiğiz.
Şimdi ufak ufak farkettik azınlık olduğumuzu ama gene değişmiyor hiçbir şey.
Yılmaz Özdil yazıyor, hep birlikte beğeniyoruz. Facebook da paylaşıp altına imza atıyoruz. Ama başka Yılmaz Özdil'ler çıksın diye gayret etmiyoruz. Bilakis yazarı tek ses haline getirip karşımızdakilere hedef işaret ediyoruz. Hedefi çoğaltıp işlerini biraz zorlaştırmak aklımıza bile gelmiyor...
10 Kasım'da profillerimize Atatürk resmi koyalım diyorlar. Tamam diyoruz, yapalım da duyulsun sesimiz!
Sesimizi duyurmayı bu sanıyoruz çünkü. Elimizden hiçbir şey gelmeden oturuyoruz ama profile iki resim atıp bir şiir yazmayı tepki vermek sanıyoruz. Sonra da elden geleni yaptık huzuruyla kahvelerimizi yudumlarken elalem Cumhuriyet'imizin içine turp suyu sıkıyor, öyle bakıyoruz aval aval...
Ne acı ki sadece "Bizdenmiş" gibi yapan maşaların elinde suni gündemlerle yoldan çıkarılıp en kolayından güdülüyoruz.
Yok efendim bu 10 Kasım'da "Anmıyorum", kesinlikle "Yasındayım" ben.
Bugün artık sadece Ata'mın da değil; avuçlarımızdan uçup giden hür ve laik ülkemin de yasındayım...
5 Kasım 2009 Perşembe
Webstar Türkiye...
Webstar Türkiye'ye katılan 2814 projenin kazananları belli olmuş.
Birincilik iki ayrı projeye gitmiş;
"Online Orkestra" fikriyle İzmir'den Sinem Orçen ve "interaktif Uygulamalı Canlı Performans/Konser Platformu" fikriyle İstanbul'dan Güldeniz Polat birinci olmuşlar.
İkincilik kazanan proje yine İzmir'den "Recyourlife.com/Başkasının gözleriyle hayata bakmak, kendi hayatını kaydetmek" fikriyle Serkan Sülün,
ve
Üçüncülük ise Kayseri'den katılan Filiz Soylu'nun "Yurt içinden ve yurt dışından alıcıların ülkemizden sezonluk arsa kiralayabilmelerini sağlayan web sitesi" projesinin olmuş.
Her dört projede de daha önce uygulanmış örnekler olduğunu göz önünde bulundurarak yarışmanın başında ilan edilmiş olan "Özgünlük", "Yaratıcılık", "Farklılık" kriterlerinin karar aşamasında dikkate alınmadığını sanıyorum.
İlginç.
Birincilik iki ayrı projeye gitmiş;
"Online Orkestra" fikriyle İzmir'den Sinem Orçen ve "interaktif Uygulamalı Canlı Performans/Konser Platformu" fikriyle İstanbul'dan Güldeniz Polat birinci olmuşlar.
İkincilik kazanan proje yine İzmir'den "Recyourlife.com/Başkasının gözleriyle hayata bakmak, kendi hayatını kaydetmek" fikriyle Serkan Sülün,
ve
Üçüncülük ise Kayseri'den katılan Filiz Soylu'nun "Yurt içinden ve yurt dışından alıcıların ülkemizden sezonluk arsa kiralayabilmelerini sağlayan web sitesi" projesinin olmuş.
Her dört projede de daha önce uygulanmış örnekler olduğunu göz önünde bulundurarak yarışmanın başında ilan edilmiş olan "Özgünlük", "Yaratıcılık", "Farklılık" kriterlerinin karar aşamasında dikkate alınmadığını sanıyorum.
İlginç.
2 Kasım 2009 Pazartesi
Kuzu & Kurt
Hani şu milleti bir an önce çocuğunu sigortalı yapıp erken emeklilik trenine yetiştirmek isteğiyle yakıp tutuşturan, hatta cast ajanslarına çocuk kaydettirmek için alemi sokaklara döken yasa var ya...
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası yani...
İşte o yasa çıkmadan önce babanın biri koşa koşa gidip iki çocuğunu bir matbaa da çalışıyor göstermiştir. Çocuklardan biri 5, diğeri 13 yaşındadır üstelik.
Bu durum tespit edilince şahıs kendini aklamak için yaptığı savunmada " Ben bilmem, hanım yapmış" diyerek yiğitliği peşin peşin çukura gömmeyi de kendine yakıştırabilecek kadar gurursuz bir duruş sergileyerek kendini elaleme iyice güldürmüştür.
Bu adamın aynı davranışı sergileyen pek çok Çingene Kurnazı içerisinde kendisini haberlere konu eden temel niteliği ise olayı düzenlemek, incelemek ve kontrol etmekten sorumlu olan kurumun yani Sosyal Güvenlik Kurumu'nun en tepesindeki isimlerden biri olmasıdır ne yazık ki.
Konuya özne olan şahıs; kurumun başkan yardımcısı veysel uyar'dır.
Yediği halt ortaya çıktığında onurunu biraz olsun koruyabileceği tek davranışı ortaya koyup halkından özür dileyerek istifa edeceğine bu milleti salak yerine koymaya ısrarla devam edip durması da geldiğimiz durumun küçük bir özetidir malesef...
Kadrolaşmanın sonucu olarak mevki alan bu ve bunun gibi şahsiyetsiz kimlikler yeri gelir kendi korumakla görevli olduğu yasayı ayaklarıyla çiğner; yeri gelir Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar'ın ülkeye girişine onay vererek kendi milletini satar.
Kurda kuzuyu emanet edersen olacağı da budur!
Not: Özel isimlerin ilk harflerinin büyük yazılması kuralı bu şahsın küçüklüğü nedeniyle tarafımdan bile bile ihlal edilmiştir.
28 Ekim 2009 Çarşamba
Her şeye rağmen İnat ile!
Kurtuluş Savaşı'nın bittiği andan itibaren yeni bir savaşa adım atan Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1922 'de saltanatı kaldırarak Türkiye'nin çağdaşlaşma savaşını başlatmıştır.
29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in İlanı ile temeli "insan haklarına" dayanan "Ulusal ve Laik Devlet" mucizesi de gerçekleştirilmiştir.
Bugün bunun anlamını yargılayıp, "kişisel özgürlüğünüz" diye kandırılarak günden güne daha geri dönülmez şekilde ideoloji militanlarına döndürülen ülkemiz insanlarına üzüntüyle bakıp "Nasıl oldu bu?" diye soruşlarımız altında yatan temel neden de bizim zoru yıllar önce başarmış bir devlet, bir millet, bir bütün olmuş olmamız değil mi zaten?
Kafamız daha da karıştırılmışken bir arada yürüyebildiğimiz o günlerin anısına saygı duyup özümüzü muhafaza edebilseydik ve elbette geçmişimizdeki başarıyı gelecekteki garantimiz haline getiren "Atatürk İlke ve İnkılapları"na sahip çıkabilseydik bu gün kendi içimizdeki bu samimiyetsizlik ve bölünmüşlük duygusunu çocuklarımıza da miras bırakmayacaktık malesef.
Her şeye rağmen inat ile izindeyim Ata'm...
Ne Mutlu Türk'üm diyene!
26 Ekim 2009 Pazartesi
Lütfen ISIR beni, lütfen...
Geçen gün bir arkadaşım bana "kadınlar gerçekten en çok ne isterler ki?" diye sordu. Fizik mi? Duygu mu? Bağlılık mı? Para mı? Sıraladığı seçenekler düşündürdü beni; gerçekten neydi bizi mutlu edecek formül diye biraz kurcaladım olayı. Son 20 yıl içinde en iyi satan erkeklere bir göz attım ve aşağıdaki durum çıktı ortaya...
Çocukluğuma giderek başladım işe tabii ki :) Ne tuhaftır ki çocukluk yıllarımda "Erkek" dendiği zaman ilk aklıma gelen erkek Vincent oluyordu
Kadınların erkeklere dair tüm bilinmeyenleri çözdükten sonra “Aaa bu kadar mıydı macera?” diye şaşırıp hayatın anlamı bu olmamalıydı diye dövündükleri günlerin başlarındaydı sanırım ekranlarda boy göstermeye başladı benim yakışıklı Vincent’im.
Güzel ve Çirkin ile birlikte karanlıkta bütün kediler gridir edebiyatı ivme kazanmaya başlamıştı ( aslında Quasimodo bu anlamda ilk altı beslenen çirkin olsa bile kadınların çoğu “Yok be güzelim, çirkinin de bir katlanılabiliri vardır” dercesine pek de üstüne oynamamışlardır )
Vincent ve benzeri adamların sosyal statüye zarar verecek düzeydeki yalnızlıklarından bunalan kadınlar için daha sosyal erkekler ihtiyaç haline gelmeye başladı bu dönemden hemen sonra.
Romantik yazarlar hemen kalemleri kuşanıp kadının istediği Mükemmel erkek tipini yaratmaya soyunmuş ama bu sırada yarattıkları erkeklere yükledikleri sorumlulukları biraz abartmışlardı.
Ve neticede erkek kısmısı bu role daha fazla dayanamayacağını fark edip “ Yeter ya, ben de etten kemikten yaratılmış bir zavallıyım, benden bu kadarını beklemeyin artık” çığlıkları atarak sahneyi terk etmişti ne yazık ki. Çünkü romantik yazar baktığı tüm erkekleri güzel gözlü, güzel sesli, güzel vücutlu, güzel öpüşlü, mükemmel yaratacak kadar kördü.
Ve bu durum; boylu, poslu, kaslı, yakışıklı, gürül gürül sesli adamın yerini Mr. Muscle Erkeği'nin almasına kadar da uzandı...
Mr. Muscle erkeği daha sıcak, daha doğal, daha anlayışlı, daha el altında, daha kolaydı ve kadınlar bunları “Ruhu güzel adam” kriterlerinin baş etkenlerinden saydığı için bir anda ortalık kadın kişiliği altında eriyebilen sığıntı kimliğine bürünmüş Erkekcik’lere kalıverdi. Bu erkeklerle eğlenmek kolaydı, çünkü ortaya malzeme olarak kendilerini bile koyabiliyorlardı. Bu erkeklerle hayat kolaydı çünkü sen emret onlar yerine getiriyorlardı. İki güzel söz duymak iste binlercesini ardı ardına sıralayabiliyorlardı.
Bir süre sonra bu da sıkıverdi. Şahsiyetsiz gelmeye başladı bu erkekler çünkü nihayet hayata dahil olup sahneden rakiplerini indirebilmiş saymaya başlamışlardı kendilerini. Kadınlanmış olmaları ile birlikte kendilerini bir şey zannedip, kapasitesizliklerinden sıyrıldıklarını sanıp gördükleri her dişiye atlar hale gelmiş yani fazlasıyla hafifmeşrepleşmişlerdi onlar da.
Ruhları da çirkinleşince katlanılacak yerleri de kalmadı doğal olarak.
Yok, kadının istediği bu da değildi ne yazık ki.
Zamanla araya Şehirli Erkek, Western Erkek, Sporcu Erkek, Maceraperest Erkek gibi birçok tür atıldı; pek çoğu gel geç oldu tabii.
Gene düşünülmeye başlandı… Nasıl olmalı, ne olmalı diye. Romantizme konu olabilecek tüm kaynaklar tüketilmiş, erkeğin de altı üstü birey olduğu, zaafları ve korkuları olduğu, mükemmel olamayacağı deşifre edilmişti. Bir idol lazımdı hemen.
Derken ortaya soyu Drakula’ya kadar uzanan “güzel ısıran adamlar” fikri atıldı. Ve çok satmaya başladı tabii.
Bu sefer romantizmin doruğu yakalanmış, Kadın – Erkek ilişkisini gizemi tekrar yaratılmıştı. Yılların yıpratamadığı ve laneti üzerlerinde taşımaktan ezilmeyen bilakis yalnızlığı seçerek aslında kadere bu şekilde meydan okuyabilen güçlü erkeklerdi bunlar. İçlerindeki hayvanla mücadele edip gerekirse taptıkları kadın uğruna kendi kendilerini yok etmeyi seçebilecek kadar asalet yüklendi onların da boynuna. Sevdiklerini canı pahasına koruyacak, düşmanlarına hiç acımayacak, aşk uğruna kendi özüyle mücadele edebilecek kadar güçlü ve aşık olabilecek, hiç ölmeyecek ve üstelik sabaha kadar uyanık kalabilecek :)) hepsinin üstüne de birkaç sivri dişin dışında oldukça yakışıklı erkeklerdi bunlar.
Gün onların günüydü. Kadınların pek çoğu istediğini bulmuştu nihayet.
Reytingi yüksek dizilerin, yok satan kitapların güzel ısıran adamları yerleşti günümüz kadınının yüreğine.
Ve pek çoğunun düşünde aynı cümle: Lütfen ısır beni…
Çocukluğuma giderek başladım işe tabii ki :) Ne tuhaftır ki çocukluk yıllarımda "Erkek" dendiği zaman ilk aklıma gelen erkek Vincent oluyordu
Kadınların erkeklere dair tüm bilinmeyenleri çözdükten sonra “Aaa bu kadar mıydı macera?” diye şaşırıp hayatın anlamı bu olmamalıydı diye dövündükleri günlerin başlarındaydı sanırım ekranlarda boy göstermeye başladı benim yakışıklı Vincent’im.
Güzel ve Çirkin ile birlikte karanlıkta bütün kediler gridir edebiyatı ivme kazanmaya başlamıştı ( aslında Quasimodo bu anlamda ilk altı beslenen çirkin olsa bile kadınların çoğu “Yok be güzelim, çirkinin de bir katlanılabiliri vardır” dercesine pek de üstüne oynamamışlardır )
Vincent ve benzeri adamların sosyal statüye zarar verecek düzeydeki yalnızlıklarından bunalan kadınlar için daha sosyal erkekler ihtiyaç haline gelmeye başladı bu dönemden hemen sonra.
Romantik yazarlar hemen kalemleri kuşanıp kadının istediği Mükemmel erkek tipini yaratmaya soyunmuş ama bu sırada yarattıkları erkeklere yükledikleri sorumlulukları biraz abartmışlardı.
Ve neticede erkek kısmısı bu role daha fazla dayanamayacağını fark edip “ Yeter ya, ben de etten kemikten yaratılmış bir zavallıyım, benden bu kadarını beklemeyin artık” çığlıkları atarak sahneyi terk etmişti ne yazık ki. Çünkü romantik yazar baktığı tüm erkekleri güzel gözlü, güzel sesli, güzel vücutlu, güzel öpüşlü, mükemmel yaratacak kadar kördü.
Ve bu durum; boylu, poslu, kaslı, yakışıklı, gürül gürül sesli adamın yerini Mr. Muscle Erkeği'nin almasına kadar da uzandı...
Mr. Muscle erkeği daha sıcak, daha doğal, daha anlayışlı, daha el altında, daha kolaydı ve kadınlar bunları “Ruhu güzel adam” kriterlerinin baş etkenlerinden saydığı için bir anda ortalık kadın kişiliği altında eriyebilen sığıntı kimliğine bürünmüş Erkekcik’lere kalıverdi. Bu erkeklerle eğlenmek kolaydı, çünkü ortaya malzeme olarak kendilerini bile koyabiliyorlardı. Bu erkeklerle hayat kolaydı çünkü sen emret onlar yerine getiriyorlardı. İki güzel söz duymak iste binlercesini ardı ardına sıralayabiliyorlardı.
Bir süre sonra bu da sıkıverdi. Şahsiyetsiz gelmeye başladı bu erkekler çünkü nihayet hayata dahil olup sahneden rakiplerini indirebilmiş saymaya başlamışlardı kendilerini. Kadınlanmış olmaları ile birlikte kendilerini bir şey zannedip, kapasitesizliklerinden sıyrıldıklarını sanıp gördükleri her dişiye atlar hale gelmiş yani fazlasıyla hafifmeşrepleşmişlerdi onlar da.
Ruhları da çirkinleşince katlanılacak yerleri de kalmadı doğal olarak.
Yok, kadının istediği bu da değildi ne yazık ki.
Zamanla araya Şehirli Erkek, Western Erkek, Sporcu Erkek, Maceraperest Erkek gibi birçok tür atıldı; pek çoğu gel geç oldu tabii.
Gene düşünülmeye başlandı… Nasıl olmalı, ne olmalı diye. Romantizme konu olabilecek tüm kaynaklar tüketilmiş, erkeğin de altı üstü birey olduğu, zaafları ve korkuları olduğu, mükemmel olamayacağı deşifre edilmişti. Bir idol lazımdı hemen.
Derken ortaya soyu Drakula’ya kadar uzanan “güzel ısıran adamlar” fikri atıldı. Ve çok satmaya başladı tabii.
Bu sefer romantizmin doruğu yakalanmış, Kadın – Erkek ilişkisini gizemi tekrar yaratılmıştı. Yılların yıpratamadığı ve laneti üzerlerinde taşımaktan ezilmeyen bilakis yalnızlığı seçerek aslında kadere bu şekilde meydan okuyabilen güçlü erkeklerdi bunlar. İçlerindeki hayvanla mücadele edip gerekirse taptıkları kadın uğruna kendi kendilerini yok etmeyi seçebilecek kadar asalet yüklendi onların da boynuna. Sevdiklerini canı pahasına koruyacak, düşmanlarına hiç acımayacak, aşk uğruna kendi özüyle mücadele edebilecek kadar güçlü ve aşık olabilecek, hiç ölmeyecek ve üstelik sabaha kadar uyanık kalabilecek :)) hepsinin üstüne de birkaç sivri dişin dışında oldukça yakışıklı erkeklerdi bunlar.
Gün onların günüydü. Kadınların pek çoğu istediğini bulmuştu nihayet.
Reytingi yüksek dizilerin, yok satan kitapların güzel ısıran adamları yerleşti günümüz kadınının yüreğine.
Ve pek çoğunun düşünde aynı cümle: Lütfen ısır beni…
23 Ekim 2009 Cuma
Söyle bakıyım kimsin sen ?
Birkaç gündür takip ettiğim paylaşım platformlarında kişilerin kimlikleriyle ilgili bir tartışmadır sürüp gidiyor.
Gerçek isimleriyle paylaşımda bulunmayan kimlikler sürekli eleştirilip isimleriyle hayat bulmaları konusunda dürtülüyorlar.
Uzaktan uzağa seyreylediğim bu hal komik gelmeye başladı bana iyiden iyiye. Sanal ortamda değil de sanki apartmanımıza taşınmış komşu edasıyla birbirimizi irdeliyor olmamız garip değil mi gerçekten?
Profilime yazsam mesela bir isim soy isim daha mı gerçek olacağım sizlerin huzurunda? Benimle ilgili tüm bilinmeyenler aydınlanacak mı bir anda akıllarınızda? Sanal değil birey mi olacağım sizler için iki özel isim ekleyince ana sayfama?
Ya da şöyle bakalım izin verirseniz bir kez de konuya;
Alt kattaki komşunuz “bilmemkim hanım” hakkında benden daha mı çok bilgiye sahipsiniz acaba? Adını biliyorsunuz, yaşını tahmin ediyorsunuz, çocuklarını tanıyorsunuz, saç rengi, göz rengi, boyunu hep görebiliyorsunuz diye yüreği daha mı açık size? Kapı arasında herhangi bir konuda ne düşündüğünü paylaşabiliyor mu sizlerle bir sabah birkaç dakika içinde? Ya da sizi hiç tanımıyor olsaydı verdiğiniz selamı bu kadar tereddütsüz alıp kabul eder miydi acaba? Kapısını çarpmaz mıydı yüzünüze?
İsmini, telefonunu, evini, hayatını bildiğim ama içlerinde barındırdıkları ve genelde paylaşmaktan uzak durdukları fikirlerini gördükçe şaşkınlıktan kalakaldığım o kadar çok insan var ki esas sanallık onların yaptığı bana göre.
Gerçek hayatınızda tanıdığınızı düşündüğünüz insanları bu kadar kolay yargılamanız mümkün müydü peki? Hiç sanmıyorum.
Sanalda olmamız, isimlerimizin üstüne birer çizgi çekmiş olmamız tüm varlığımızla sanal olduğumuz anlamına gelmiyor ki; bilakis bu şekilde belki de daha dürüst ve daha samimi olabiliyoruz birbirimize karşı. Böylesi en iyisi belki de, adını bildiğim zaman kendini gizleyecekse karşımdaki insan benden; bilmemeyi tercih ederim zaten.
18 Ekim 2009 Pazar
Dunning-Kruger Etkisi
Lütfen önce şu yazıyı okuyun
Aslında Her Boku Bilen Adam isimli blog sahibinin kendi yazısı altına yorum olarak ekleyecektim fakat o kadar uzun oldu ki böyle bir yorum ile meşguliyet yaratmamak adına yeni bir post olarak buraya düşmek daha mantıklı geldi;
Konumuz "Cehalet"
Daha doğrusu "ısrarla cahil kalayım da prim yapayım" mantığını eleştirmiş blog yazarı arkadaşımız son bir kaç yazısında. Katılmamak elde değil. Aptallaştırılan, içi boşaltılan bir toplum olduğumuz dehşetine kapılmadan ne reklam izlemek mümkün ne de otobüslerde arka koltukta kikirdeyip sohbet eden öğrencilerin kapasitesine tanık olmak. Ürkütücü.
David Dunning ve Justin Kruger isimli iki psikolog tarafından tanımlanmış, mevzuyla da çok örtüşen bir algı, bir idrak eğilimini alıntılamak istiyorum konunun yeterince dibine inebilmiş olmak adına:
Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçmiş olan teoridir bahsettiğim eğilimin açılımı;
Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan bir teorileri var bu ikilinin ki tespitin özeti "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.
Bu tespiti kanıtlamak için yaptıkları işlerde de durum şu olmuştur :
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşmışlardır :
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
İki uzman daha sonra Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yapıp, çeşitli sorular sormuş, ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istemişler.
Ve sonuç...
** En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.
** En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Bunlar kendi kapasitelerini değerlendirmekten ve eksikliklerini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise ( HBBA burayı senin için ve özellikle kelime, ifade hatası yapmamak adına kopyaladım ) çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.
İnsan kaynaklarının, iki eş değer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz olayın netliğine varırsınız.
Bu değerlendirmeyi inceledikten sonra insanın "cahil cesaretim neredesin sen?" diye yollara düşüp bildiği herşeyden soyunası da gelmiyor değil hani...
Demek ki neymiş; Durmak yok; yola devam...
Aslında Her Boku Bilen Adam isimli blog sahibinin kendi yazısı altına yorum olarak ekleyecektim fakat o kadar uzun oldu ki böyle bir yorum ile meşguliyet yaratmamak adına yeni bir post olarak buraya düşmek daha mantıklı geldi;
Konumuz "Cehalet"
Daha doğrusu "ısrarla cahil kalayım da prim yapayım" mantığını eleştirmiş blog yazarı arkadaşımız son bir kaç yazısında. Katılmamak elde değil. Aptallaştırılan, içi boşaltılan bir toplum olduğumuz dehşetine kapılmadan ne reklam izlemek mümkün ne de otobüslerde arka koltukta kikirdeyip sohbet eden öğrencilerin kapasitesine tanık olmak. Ürkütücü.
David Dunning ve Justin Kruger isimli iki psikolog tarafından tanımlanmış, mevzuyla da çok örtüşen bir algı, bir idrak eğilimini alıntılamak istiyorum konunun yeterince dibine inebilmiş olmak adına:
Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçmiş olan teoridir bahsettiğim eğilimin açılımı;
Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan bir teorileri var bu ikilinin ki tespitin özeti "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.
Bu tespiti kanıtlamak için yaptıkları işlerde de durum şu olmuştur :
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşmışlardır :
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
İki uzman daha sonra Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yapıp, çeşitli sorular sormuş, ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istemişler.
Ve sonuç...
** En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.
** En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Bunlar kendi kapasitelerini değerlendirmekten ve eksikliklerini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise ( HBBA burayı senin için ve özellikle kelime, ifade hatası yapmamak adına kopyaladım ) çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.
İnsan kaynaklarının, iki eş değer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz olayın netliğine varırsınız.
Bu değerlendirmeyi inceledikten sonra insanın "cahil cesaretim neredesin sen?" diye yollara düşüp bildiği herşeyden soyunası da gelmiyor değil hani...
Demek ki neymiş; Durmak yok; yola devam...
14 Ekim 2009 Çarşamba
Sonbahar
Battaniye altı yalnızlığı çekti canım gene,
Soba sıcağı, kahve ve kitap kokusu bir de...
Dost'a da tahammülüm kalmamış sanki,
Ondan mıdır telefonların fişlerini çekişlerim acaba ?
Ya da içini açıp bakamadığımdan mıdır kaçışlarım
acımamak için tekrar, tekrar ve tekrar...
Kabuğu olabildiğine sağlam tutmak,
içine bir tek ben sığdırmak zamanı şimdi zaman
Gene bildik yol
Gene bildik sancılar
Değer mi hayatı tekrar etmeye her sonbahar?
11 Ekim 2009 Pazar
Vakit tamam...
Offf dağlar.
Nasıl özledim sizleri ve sizler nasıl çağırıyorsunuz beni.
Oturup koca bir arşivin tüm görüntülerini tekrar tekrar geçtim sil baştan, özlemim tavan yapmış toprağın kokusuna, suyun serinine, gecenin stresine :)
Şehre bağımlı olan ben gibi bir hatun kişinin aynı zamanda dağa, bayıra olan bu aşkı nedir çözebilmek pek mümkün değil belki ama basit ve sık rastlananı sevmeyen mizacım beni ittirip duruyor sık sık böyle börtü böcek içine.
29 Ekim gene tam zamanıdır yola çıkmanın, kamp ateşinde aydınlanıp yeşile doymanın...
O zamana kadar birkaç suretsiz fotoğrafla idare etmeli... Bakmak bile dinlendiriyor beni, umarım herkes için aynı etkiyi yapar.
Nasıl özledim sizleri ve sizler nasıl çağırıyorsunuz beni.
Oturup koca bir arşivin tüm görüntülerini tekrar tekrar geçtim sil baştan, özlemim tavan yapmış toprağın kokusuna, suyun serinine, gecenin stresine :)
Şehre bağımlı olan ben gibi bir hatun kişinin aynı zamanda dağa, bayıra olan bu aşkı nedir çözebilmek pek mümkün değil belki ama basit ve sık rastlananı sevmeyen mizacım beni ittirip duruyor sık sık böyle börtü böcek içine.
29 Ekim gene tam zamanıdır yola çıkmanın, kamp ateşinde aydınlanıp yeşile doymanın...
O zamana kadar birkaç suretsiz fotoğrafla idare etmeli... Bakmak bile dinlendiriyor beni, umarım herkes için aynı etkiyi yapar.
Etiketler:
Doğa Kamp Trekking
4 Ekim 2009 Pazar
Önüm, arkam, sağım, solum; YASAK!
Bundan 10 yıl önce biri karşıma geçip bana memlekette yasaklara bu kadar kolay alışacağımızı söyleseydi sağlam kahkaha atardım suratının orta yerine.
Gene biri çıkıp karşıma insanların kendi otokontrolünün bile devlet tekeline geçip sırf kendinizi idare etmeyi bilmiyorsunuz mantığı ardına sığınılarak kişisel özgürlüklere müdahale edileceğini söyleseydi gene gülerdim.
Şimdilerde gülemiyorum. Düşünüyorum, uzun uzun. Bilinçli ve planlı bir şekilde yasaklandırılmaya alıştırılan bu toplumu seyrederken; hatta içlerinden biri olarak güdülüyor olduğumu üzüntüyle hissederken gülmek içimden bile gelmiyor.
Sanal yasaklarla bile tanıştık maalesef. Paylaşım sitelerinden blog ortamlarına, edebiyat portallarına kadar pek çok siteye erişimimiz engellendi.
Neden? Çünkü biz; yani Türk internet kullanıcıları; kendi aklına sahip olacak bireyler değiliz ne yazık ki. Hepimiz yapmıyor muyuz? Kendi kendimize hınzır hınzır gülümseyip “sen yasaklarsan yasakla, ben yolunu bulurum nasılsa iki ayar değiştirip her siteye girerim” diye eğlenmiyor muyuz bu yasakçı zihniyetle? Olayın biraz dışına çıkıp bakıldığında aslında sadece çingene kurnazlığına alıştırılıp yasaklara çağdaş çözümler bulduğumuza ikna edildiğimizi görmemek ise mümkün değil. Sen buluyorsun çözümü, susuyorsun. Ben buluyorum çözümü, susuyorum. Çözümü henüz bulamayanları düşünen yok, akıllarını kullansınlar diyip geçip gidiyoruz. Ama bu mudur doğru olan? Böyle davrandığımız, şahsi paslarla gole gittiğimiz için bölünüyor ve yönetiliyor değil miyiz sizce?
11 Şubat 1998’de kumarhaneleri kapatıldı bu ülkenin. Neden? Çünkü insanlar çoluk çocuğunun rızkını kumara harcamasın diye! Kötü bir alışkanlık diye ! E ne oldu? Haftanın 4 günü her semtte basılan ve her şehirde mantar gibi bitiveren illegal kumarhanelere yol açtınız. Üstelik bunları diğerleri kadar bile kontrol edebilmeniz mümkün değil. Eskiden bu sektör sayesinde benim ülkeme turist gelir, otelci kalkınır, acenteci kalkınır, garson kalkınır, oda temizlikçisi kalkınır, bahçıvan kalkınır, kurpiyer kalkınır, tesis sahibi kalkınırdı. Şimdi ise sadece vergi kaçıran işletmecisi ve hadi bu gece basmayım size diye düşünüp görmemezlikten gelen görevlisi kazanıyor. Kumar gene oynanıyor kardeşim. Üstelik sadece cebindeki parayı rulete yatıran adam kaybetmiyor bu sefer. Ben de kaybediyorum, oradan alacağı vergiyi okula yatıramadığın için 6 yaşındaki çocuk da kaybediyor, bu ülkeyi seven herkes kaybediyor. Ne hakkın var beni bu kazançtan mahrum edip kaybeden hanesine adımı yazdırmaya?
İllegalciler memnun mu sanki kazanmak için durmadan adres değiştirip yerin altına kaçmak durumunda olduğu için? Sen devlet olarak yasak değil kural koyacak otoriteye sahipsin ama işine gelmiyor ki… Kadrolaşmışken, stratejik noktalar eşin dostun tekelindeyken nasıl gelsin ki zaten? Madem kocaman Devlet’sin o halde yasaklayacağına bugün bu işi kontrol edebileceğin kadrolar yetiştir, ağır vergiler ve mutlaka uyulması gereken kurallar koy. Yok sen bunları yapmayı beceremediğin ( becermek içinden gelmediği ) için 10 yıl önce içimizden 20.000den fazla insanı işsiz ve çaresiz bıraktın. Bu günahın bedelini işte parmağı olan herkes ağır öder umarım…
Sanal ortamda sahte çiplerle poker oynuyoruz diye bile rahatsız ettik Devlet’i!
Çoluğu çocuğa kumara alıştırmayalım bahanesi altında yeni nesilleri de yasağa alıştırmak için sıvandı kollar. O çocuğun anası yok, babası yok, eğitimcisi yok çünkü. Allah’ıma şükürler olsun ki başında Devlet’i var.
Hadi hayırlısı…
“Türkiye asla Malezya olamaz” diyenleri düşünüyorum. Acaba bu yalana da mı bilinçli bir şekilde inandırılıyoruz? Malezyalılaştık da henüz haberimiz mi olamadı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Yeri gelmişken bir açılım da benden olsun;
“Demokrasi” halkın kendi kendini yönetmesi demektir beyler. Devletin halkı istediği gibi gütmesi değil…
.
Gene biri çıkıp karşıma insanların kendi otokontrolünün bile devlet tekeline geçip sırf kendinizi idare etmeyi bilmiyorsunuz mantığı ardına sığınılarak kişisel özgürlüklere müdahale edileceğini söyleseydi gene gülerdim.
Şimdilerde gülemiyorum. Düşünüyorum, uzun uzun. Bilinçli ve planlı bir şekilde yasaklandırılmaya alıştırılan bu toplumu seyrederken; hatta içlerinden biri olarak güdülüyor olduğumu üzüntüyle hissederken gülmek içimden bile gelmiyor.
Sanal yasaklarla bile tanıştık maalesef. Paylaşım sitelerinden blog ortamlarına, edebiyat portallarına kadar pek çok siteye erişimimiz engellendi.
Neden? Çünkü biz; yani Türk internet kullanıcıları; kendi aklına sahip olacak bireyler değiliz ne yazık ki. Hepimiz yapmıyor muyuz? Kendi kendimize hınzır hınzır gülümseyip “sen yasaklarsan yasakla, ben yolunu bulurum nasılsa iki ayar değiştirip her siteye girerim” diye eğlenmiyor muyuz bu yasakçı zihniyetle? Olayın biraz dışına çıkıp bakıldığında aslında sadece çingene kurnazlığına alıştırılıp yasaklara çağdaş çözümler bulduğumuza ikna edildiğimizi görmemek ise mümkün değil. Sen buluyorsun çözümü, susuyorsun. Ben buluyorum çözümü, susuyorum. Çözümü henüz bulamayanları düşünen yok, akıllarını kullansınlar diyip geçip gidiyoruz. Ama bu mudur doğru olan? Böyle davrandığımız, şahsi paslarla gole gittiğimiz için bölünüyor ve yönetiliyor değil miyiz sizce?
11 Şubat 1998’de kumarhaneleri kapatıldı bu ülkenin. Neden? Çünkü insanlar çoluk çocuğunun rızkını kumara harcamasın diye! Kötü bir alışkanlık diye ! E ne oldu? Haftanın 4 günü her semtte basılan ve her şehirde mantar gibi bitiveren illegal kumarhanelere yol açtınız. Üstelik bunları diğerleri kadar bile kontrol edebilmeniz mümkün değil. Eskiden bu sektör sayesinde benim ülkeme turist gelir, otelci kalkınır, acenteci kalkınır, garson kalkınır, oda temizlikçisi kalkınır, bahçıvan kalkınır, kurpiyer kalkınır, tesis sahibi kalkınırdı. Şimdi ise sadece vergi kaçıran işletmecisi ve hadi bu gece basmayım size diye düşünüp görmemezlikten gelen görevlisi kazanıyor. Kumar gene oynanıyor kardeşim. Üstelik sadece cebindeki parayı rulete yatıran adam kaybetmiyor bu sefer. Ben de kaybediyorum, oradan alacağı vergiyi okula yatıramadığın için 6 yaşındaki çocuk da kaybediyor, bu ülkeyi seven herkes kaybediyor. Ne hakkın var beni bu kazançtan mahrum edip kaybeden hanesine adımı yazdırmaya?
İllegalciler memnun mu sanki kazanmak için durmadan adres değiştirip yerin altına kaçmak durumunda olduğu için? Sen devlet olarak yasak değil kural koyacak otoriteye sahipsin ama işine gelmiyor ki… Kadrolaşmışken, stratejik noktalar eşin dostun tekelindeyken nasıl gelsin ki zaten? Madem kocaman Devlet’sin o halde yasaklayacağına bugün bu işi kontrol edebileceğin kadrolar yetiştir, ağır vergiler ve mutlaka uyulması gereken kurallar koy. Yok sen bunları yapmayı beceremediğin ( becermek içinden gelmediği ) için 10 yıl önce içimizden 20.000den fazla insanı işsiz ve çaresiz bıraktın. Bu günahın bedelini işte parmağı olan herkes ağır öder umarım…
Sanal ortamda sahte çiplerle poker oynuyoruz diye bile rahatsız ettik Devlet’i!
Çoluğu çocuğa kumara alıştırmayalım bahanesi altında yeni nesilleri de yasağa alıştırmak için sıvandı kollar. O çocuğun anası yok, babası yok, eğitimcisi yok çünkü. Allah’ıma şükürler olsun ki başında Devlet’i var.
Hadi hayırlısı…
“Türkiye asla Malezya olamaz” diyenleri düşünüyorum. Acaba bu yalana da mı bilinçli bir şekilde inandırılıyoruz? Malezyalılaştık da henüz haberimiz mi olamadı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Yeri gelmişken bir açılım da benden olsun;
“Demokrasi” halkın kendi kendini yönetmesi demektir beyler. Devletin halkı istediği gibi gütmesi değil…
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)