29 Haziran 2010 Salı

Farkında mısınız?


Farkında mısınız bahardan beri her yerdeler :)

Geçtiğimiz senelere nazaran bu sene şehrin her yerinde bir renk cümbüşü yaratan bu kısa ömürlü hayvancıkların üstümde oluşturduğu hafiflik duygusuna bayılıyorum...

Sinek ilaçlaması v.b. ilaçlamaların yapılmıyor olmasının kazandırımı bu sanırım, bu sene o kısacık ömürlerini yaşayabilecek kadar şanslılar ve mutluyum bu tabloya şahit olmaktan.

Kısa bir süre sonra başlayacak olan sivrisinek istilasında!! ne tip yazılar yazarım bilmiyorum ama şimdilik bu narin hayvancıkların etrafımda uçuşmasının keyfini çıkarıyorum ;)




.............(Görsel alıntıdır)..........

28 Haziran 2010 Pazartesi

Oyuncak Sevdası


Oğlum henüz 2,5 yaşındayken bir dinozor sevdasına tutuldu. Ama öyle böyle değil, aşkla bağlandı resmen bu yok olmuş canlılara. Sürekli onlarla ilgili konuşmak istiyor, neredeyse tüm dinozor cinslerinin adını biliyordu. Üstelik özelliklerini tek solukta anlatacak kadar bilgi sahibiydi. Resimlerini gösterip isimlerini söylüyor, ne yer, ne içer, ne sever bir bir anlatıyordu.

Bizim de çok hoşumuza gitmişti bu ilk sevda, gördüğümüz herşeyi topluyorduk küçük adam için. Hatta Steven Spielberg'in The Land Before Time serisini görünce kendimizi tutamayıp minik Littlefoot'un 10 filmlik tüm CD lerini getirtmiş, ailece karşısına kurulup keyif içinde izlemiştik. ( Şimdi baktım da seriye birkaç film daha eklenmiş, derhal alasım geldi :)) )

Evin her yerinden çıkan irili ufaklı yüzlerce oyuncak dinozoru sığdıracak yer bulamayıp "Bitsin Allah'ım şu sevda" diye dualar ederken yüce Rabbim duydu dualarımı ve bizim miniğin 2 yıllık dinozor sevdası bir gecede bitti!

Ben10 diye uyandı ertesi sabah.

Hayırdır inşallah dedik, bu ne ki? Ben 10 ?

Hadi bakalım, başladık bu yeni sevdanın ne olduğunu araştırmaya. Sonra gördük ki Ben isminde sevimli bir çocuğun kolundaki saat sayesinde 10 tane uzaylı kahramana dönüşebildiği bir çizgi filmmiş. Bu sefer de bizimki düştü Ben10'in peşine. Başlarda henüz Türkiye'de herhangi bir aksesuarı bile satılmayan bu çizgi diziden hoşlandık hoşlanmasına ama diziye özel ürünler bir anda olanca kuvvetiyle pazara dalınca anladık gene büyük bir mücadelenin tam ortasında kalacağımızı...



İlk defa saatini gördüğü günü hiç unutmuyorum, koşarak vitrine yapışmış ve "Annnneeeee!! Omnitrixxx baksana, inanamıyorummmmm, yapmışlarrrr, gerçekten yapmışlarrrrrrrrrr" diye salyaları aka aka kendinden geçmişti. Ben de sevinmiştim, nihayet bir oyuncağını getirmeyi akıl ettiler diye!

Sevinmez olaydım, "çocuğa almak lazım şimdi bu saati" diye gülücükler atarak girdiğim mağazadan, o saate 79.-TL bayılıp çıkarken içimden geçenlerin yüzüme yansıdığına eminim! Ve o gün bugündür alıyoruz, duruyoruz. Acayip yaratıklardan geçilmiyor evin içi bu sefer de. Üstelik promosyon firması ile yapımcılar o kadar uyanıklar ki bu 10 yaşındaki çocuğu bir sezonda büyütüverdiler, saatini de, uzaylılarını da, arkadaşlarını da, düşmanlarını da değiştirdiler... Üstelik her yerde reklam yapmaya başlamış olmaları durumu iyice kaçınılmaz kılıyordu bizim için. TV de düdüklü tencere reklamı görse "anneme bundan alalım" diye tutturan bir çocuğumuz olduğunu yazayım da anlayın halimizi.

Bu sefer Ben10 serisi oyuncakları beğenmez, sadece yeni alınan Ben 10 Alien Force serisinden oyuncaklarla avunur hale geldi. Üstelik hepsi aynı anda gelmeyip parti parti piyasaya sürülünce de neredeyse haftada 2 defa en az 29.-TL lik oyuncak girmeye başladı eve. Hesap ortadaydı, 29*2*4 desek ayda 230.-TL den fazla bir rakamı iki günde kırılıp kenara atılan oyuncağa gömmekteydik!

Bir gece oğlan uyuduktan sonra aldım babasını karşıma. Her ikimiz de yaptığımızın yanlış olduğunu bildiğimiz halde onun o yalvararak bakan gözlerine, lütfeen diye titreyen sesine dayanamayıp istediği herşeyi almaya devam edemeyeceğimize karar verdik. "En iyisi harçlık verelim" dedim. Hem paranın ne zor biriktiğini öğrensin, hem de ancak ayda 1-2 oyuncak alabilsin ki kıymeti olsun. İlerde hiçbir şeye sevinemeyen bir çocuk olacak yoksa diye düşünerek ortak bir karar aldık.



Ertesi gün kararımızı söylediğimizde bizim zavallı yavrucak çok sevindi. Hemen dolabından bir Ben10 cüzdanı bulup getirdi, "dergi vermişti bunu" diye gülerek. "Sana 5 TL vereceğiz" dedim haftalık olarak, "onları biriktirip istediğin oyuncağı alabilirsin." O beş lira ile istediği oyuncağı en az 4 haftada alacağını biliyor olmanın verdiği vicdan azabı ile "hadi 6.-TL olsun" dedim. Bizim minik hala gülümsüyordu.

İlk harçlığını verdiğimiz gecenin ertesi günü soluğu oyuncakçıda aldı. Bulduğu herşeyin fiyatını soruyor, elindeki paranın yetip yetmeyeceğini bilmek istiyor sonra bir başkasına atlıyordu :) İlk iki haftadan sonra anladı başına geleni ama verdiği sözden dönmemek için biriktirmeye devam eti parasını. Ve kendi harçlığıyla aldığı ilk oyuncak daha bir kıymetli oldu :))

Artık Ben10 oyuncaklarını tıkacak yer bulamaz hale gelmiş olan ben iyice huysuzlaşmış, durmadan oyuncaklara yer açmak çabasıyla neleri atsam diye dolanır olmuştum evin içinde... Yeter artık yaa diye ağlaşıyordum kendi kendime, ne zaman bitecek bu sevda?

Bitti diyeceğim sanıyorsanız yanılırsınız çünkü bitmedi malesef, yenisi eklendi sadece!

Takatimi toplayınca devam edeceğim :)))




.............(Görsel alıntıdır)..........

25 Haziran 2010 Cuma

Bitti nihayet!



Baştan itiraf edeyim; televizyon seyretmek gibi bir alışkanlığım yok, o yüzden herkesin ekran karşısına kilitlendiği dizileri ancak kulaktan dolma bilirim. O kadar ilgisizimdir ki genelde bildiğim üç beş şey de yanlış çıkıp beni hayal kırıklığına uğratır. İşte size bir örnek; Ezel'i kadın sanıp üstüne bir de Beren Saat canlandırıyor zannederken meselenin hiç de öyle olmadığını anlatan arkadaşım hayret dolu gözlerle bakıyordu şahsıma :)

Dün gece kesin kararımı verip, memleket ahalisinden geri kalmayacağım diyerek geçtim Aşk-ı Memnu Veda bölümünün başına, hoşuma giden bir kaç sahne de oldu, etkilendim. Ama o ruhumu delip geçen ve beni gülmekten süründüren Behlül'ün final sahnesiyle ne hale geldiğimi tarif edebilmem mümkün değil.

O korkunç makyaj ve iğrenç senaryo ile Kıvanç Tatlıtuğ'un beceriksiz oyunculuğu bir araya gelmiş ve ortaya anormal bir final çıkmıştı. Bir gecelik seyirle hakkını yemiyim adamın, belki de sahneyi içine sindiremediği için o kadar kötüydü bilemiyorum...

Diziyi ikiye ayırdım; Bihter'in vurulduğu sahne ve sonrası diye. Bihter olaydan çıkana kadar katlanılır kıvamda ilerleyen bölüm, sonrasında acayip ruh değiştirip sanki karaktersizleşti. Sanırsın ki yönetmen o an sinirlenip işi bırakmış, seti anında terk etmiş, çekip giderken de tüm planlarını alıp gitmişti. Ekibin geride kalanları da şoka girmiş, ne yapacaklarını bilmez bir halde oturup ellerinden geldiği kadar işi bitirmeye çalışmışlar gibiydi.

Resmen çakmaydı yani final, hani Lost tüm dünyayı sarsarken bir grup haylaz Host diye bir uyarlamayla gülme krizlerine sokmuşlardı ya bizi, işte bu da öyleydi sanki!

Sene boyunca perşembe geceleri kimseyle görüşmeyen, telefonlara bakmayan, büyük bir keyifle TV başına çöküp soluksuz takip eden arkadaşlarımın finalden sonra resmen psikolojilerinin bile allak bullak olduğunu izlemek ise ayrı bir deneyim oldu benim için. Anladım ki dizi diyip geçmemek lazımdı Aşk-ı Memnu'ya, insanların peşi sıra gittiği bir duygu oluşturmuştu üzerlerinde.

Fanatikleri kızacak belki ama işte bu derece ciddi bir seyirci kitlesi oluşturan diziye hiç yakıştıramadım çakma sonu. Yazık etmişler onca emeğe.




.............(Görsel alıntıdır)..........

24 Haziran 2010 Perşembe

Kaçkarlar Rüyası



Blogun takipçisi olan arkadaşlarım artık biliyorlar, ben bir doğa tutkunuyum.

Profesyonel olarak spor yapmak için şu an yaşım da vaktim de müsait değil belki ama fırsat bulduğum her boşluğu trekking(doğa yürüyüşü) ve kampçılık aktiviteleri için harcamaktan büyük keyif alıyorum. Yeşilin içinde olmak, hayatta olduğunu hissetmek gibi biraz benim için.

Önümüzdeki ay için planladığımız 10 günlük bir kamp&trekking programımız var; Kaçkarlar'da. En az 9-10 yayla görüp civardaki muhtelif görsel şölene mest olmayı düşünüyoruz. Gezinin yazı ve detaylarını dönüşte sizlerle paylaşmak için sabırsızlanıyorum, umarım bir aksilik olmaz ve herşey istediğim gibi gelişir de ben keyifle bu kampa katılabilirim.

Gittiğimizde göreceğimiz güzelliklerin nette bulduğum bir fotoğrafını yükledim yukarıya, haksız mıyım sabırsızlanmakta sizce?

Daha önce konuyla ilgili eklediğim yazılar için aşağıdaki linkleri izleyebilirsiniz;

. Vakit Tamam

. Doğa

. Geri Sayım

ve kampa ait görselleri de içeren

. Yağmur, Sis, kar farketmez; Bu kampın Ateşi Sönmez!

Aklıma gelmişken oğlumuzu ilk defa doğaya götürdüğümüz geçen ayın kamp eğlencesini ekleyecek vaktim olmamıştı bloga. Onu da eklemek istiyorum az sonra,

Sevgiler




.............(Görseller alıntıdır)..........

23 Haziran 2010 Çarşamba

Ve Gene Y A Ğ M U R


Gene bir yağmur yazısı, bu kaçıncı oldu bilmiyorum valla :))

Ama dünden beri kabusum kıvamını aldı resmen. Malum yaz tatili geldi, çocuklar evde, aktivitenin dibine de vursan suratlarda bir mutsuzluk, bir sıkkınlık. Yüzler ancak sokak yüzü gördüğünde gülünce biz de haliyle açık hava etkinliği moduna soyunduk feci halde.

Oğluşun bebeklik arkadaşlarından ve hatta ilk sempati duyduğu kız arkadaşı diyebileceğim güzeller güzeli E. ve annesi ile sözleştik bir parkta buluşmak üzere. Bir de işi abartıp beylere de haber verdik, akşam oraya gelsinler diye. Büyük, çam ağaçlarıyla gölgelenmiş oldukça keyifli bir park gittiğimiz yer. Muhtelif yerlere piknik masaları da serpiştirdikleri aklımıza gelince olayı biraz da piknik havasına sokup hemen termosumuzu ve kahvemizi kapıp, evde atıştırılacak durumda hazırda ne bulursam doldurdum piknik çantamıza. Hatta bir kaç ilave de yaptım akşam gelecek babalara ayıp olmasın da keyif alabilsinler diye :)

Fakat tüm bu koşturmanın içinde gözüm durmadan gökyüzünde. Bir kapatıyor, bir açıyor. Evim 3 cepheli; ben durmadan dolaşıp odalardan havaya bakıyorum. "Doğu cephe fena değil ama batıdan gelen bulutlar ürkütüyor resmen beni" diye arıyorum arkadaşımı. Ne yapsak, ertelesek mi, ıslanırlarsa hasta olur bebeler, beyler arıza çıkarır kesin, rezil olmayalım ıslanıp da v.s. diye diye yaklaşık 4 saat kadar her yarım saatte bir telefonlaştık desem abartmış olmam :)

Tam evden çıkmak üzereyken bir yağmur başladı ki inanılmaz! Deliler gibi yağıyor, dolu değil ama az daha şişinse dolu da diyebilmek imkanın var yani yağan nimete, o kadar iri! Bir yarım saat kadar çılgınlar gibi yağdıktan sonra duruverdi aniden. İyice sersem olduk tabii. Gene başladı telefonlaşmalar; "çıksak mı, yahu ne yapsak, deli miyiz neyiz" derken fonda da bebeler durmadan "Hadiiii, anne çıkmıyor muyuz dahaaaa, sıkıldımmmm" çığlıkları atarak canımızdan bezdirmekteydiler. e direnemedik haliylen, attık bizimkileri sokağa.

Akşam dokuz buçuğa kadar parktaydık, deliler gibi de eğlendik. Yağmur da tekrar tekrar yağdı ama hafif yağışta bizi tepemizdeki çam ağaçları korudu, damla bile düşmedi üstümüze. Sağanakta ise parkın tenteli bölümüne attık kendimizi, kimse kalmadığı için yer sıkıntısı da olmayınca pek kolay oldu yer değiştirmek :))

Mahallenin delileri diye anıyorlardır herhalde şimdi bizi ama biz çok mutluyduk. Bundan sonra haftada en az 2 gece parkın kabusu olmaya karar verdik üstelik.

Bugün de sabahtan beri telefonum çalıyor ve dört yandan "felaket yağıyor" haberleri alıyorum. Önce eşim aradı, Avrupa yakasının taaa öbür ucundan. "Çok yağıyor, sakın çıkmayın" dedi, bizim burada damla yoktu. Sonra bir arkadaşımla kahve içmeye kaçtık, annem aradı "burası uçuyor, dolu yağdı 10 dakika aralıksız" diye. Arkadan arkadaşımın eşi aradı "Feciii" diye. Ama bizim burada gene damla yoktu! Az önce eşim aradı "Taksim çıkışında sanki dere yatağında gibiyiz" diye. Gene damla yok tabii!

İstanbul'un havasına güven olmaz diyenler boşuna dememişler demek ki. Eşim geldiğinde akşam yürüyüşü için dışarı çıkacağım. Korkuyorum da bir yandan; yağmur kendini benim çıkacağım saate saklıyor galiba diye bir paranoyaya kapıldım nedense :)))

Bakalım, göreceğiz ;)




.............(Görseller alıntıdır)..........

18 Haziran 2010 Cuma

Görmemek - Duymamak - Bilmemek


Bazen görmek istemediklerinizle kesişir yolunuz da gözünüzü kapatırsınız hani sımsıkı, bakmazsınız bile olduğu tarafa bir tek saniye bile...

Ve bilirsiniz kelimelerinin yalan olduğunu da duymak bile istemezsiniz sesini, kulaklarınızı kapatırsınız hani...

Keşke dersiniz bilmeseydim ne kadar hain olabileceğini, bilmeseydim bu kadar basit olabileceğini...

Üzülürsünüz hani verdiğiniz samimiyete, gösterdiğiniz kardeşliğe ve inandığınız dostluğa...

Ama her seferinde bitiverir burnunuzun dibinde de isyan edersiniz içinizdeki insan sevgisine...

Ve alırsınız kendinizce gardınızı, silersiniz telefonları önce, ortak mekanlardan uzaklaşır, ortak dostları daha seyrek görmeye başlarsınız. Gerekirse muhitinizi terk edip bütün izleri kaldırırsınız ortadan. Kendi yolunuza yürür gidersiniz kısaca.

Aktif hayatınızdan uzak tutmasına tutarsınız da sanalda karşılaşmamak için yapacak pek de birşeyiniz olmaz ne yazık ki. İşte bu facebook da bu eksiğiyle öyle illet ediyor beni, "arkadaşlarımın arkadaşlarını görmiyim" diye bir seçenek istiyorum en acilinden, en acilinden... Hayatı ve varlığı beni hiç ilgilendirmeyen, üstelik tarafından salak yerine konulduğumu, saygı ve seygiyi hak etmediğini düşündüğüm insanların anasayfamdan geçiyor olmasına sinir oluyorum, bir de üstüne üstlük facebook önerilerinde "arkadaş olarak ekle" diye görmüyor muyum o da ayrı mesele...




.............(Görsel alıntıdır)..........

16 Haziran 2010 Çarşamba

Utanmaz Kader



Fotoğrafı görünce "Kadın" ruhum çok yaralandı, yüreğim acıdı resmen.

Baksanıza şu hale!

Bugün çok sevilen, el üstünde tutulan, üstüne titrenen ve kimseyle paylaşılamayan o pırıl pırıl bebeklerin kaderi bile tüm diğerleriyle birlikte bir kenarda terkedilip unutulmak mı yoksa?

Çıplak, hırpalanmış, istenmeyen ve bir diğerinden hiç farkı olmayan o renksiz kalabalığın içinde ruhunu bile kaybederek sessizce uzanmak olabilir mi kaderleri?

Geçen akşam TV de kısa bir süre durakladığım bir gezi programındaki sahne geldi aklıma : Doğulu teyze kocasının yıllar önce üstüne genç bir kız aldığını ve sonra bir daha onu hiç görmediğini anlatıyordu. Çocukları da oldu diyordu. Peki sen? dedi sunucu. Kadın sustu, başını önüne eğdi, öylece durdu.

Hepimiz değilse bile pek çoğumuzun kaderi bu mu yani? Doğulu teyze geldi şimdi aklıma bu resme bakarken, acıdı içim en fenasından ve sıfatı eski koca olan o utanmaz "Kader" artık utanmalı bence bu yaptığından...




Görsel alıntıdır...

2 Haziran 2010 Çarşamba

Chan-Wook Park / Sympathy for Lady Vengeance ( 2005 )

Bir Chan-Wook Park filmi: Sympathy for Lady Vengeance (Chinjeolhan geumjassi) / 2005

Chan- Wook Park ise "I'm Cyborg but that's O.K" ( Uzaylıyım ama sorun değil) ile "Oldboy" ( İhtiyar Delikanlı) filmlerini de çok beğenerek izlediğim bir yönetmen.
Türkiye'de İntikam Meleği adıyla tanınan film, yönetmenin "intikam" üçlemesinin sonuncusu sayılan, bahsi özellikle altı çizilerek yapılan ve görüntü konusunda oldukça iddialı, seyredeni içine çekmeye daha jenerik düzeninden başlayan nitelikte, derin içerikli, özel bir film.


İntikam arzusunun kişiyi nasıl beslediğinin, damarlarında gezen öfkenin kişiyi nasıl an be an başkalaştırabileceğini, kin duygusunun nasıl sabır ile örülebildiğini ve tüm hayatın anlamının tek bir saniye haline gelebileceğinin altını çizmiş yönetmen.

Giriş jeneriğinde bile bu duygu öyle güzel beslenmiş ki akıştaki yazılar damarların içinde gezen bir sarmaşık ile kanın görüntüsünden oluşuyor. Eğer detaylara önem veriyorsanız bu giriş bile süratle beğeninizi kazanmasını sağlayacaktır diye düşünüyorum.

Filmde kadın oyuncunun genç yaşında hamile kaldığı için birine sığınmak zorunda kalmasıyla başlayan bir hikaye anlatılıyor. Sığındığı adam onu suça teşvik ediyor ve sonrasında genç kız işlemediği bir suçun tek zanlısı olarak tutuklanıyor.

Hapishanede o kadar iyi kalpli ve yardımsever davranıyor ki herkes tarafından bir "Melek" olarak görülmeye başlıyor.

Tüm bunların ortasında aslında Geum-ja bundan 13 yıl sonra hapisten çıktığında alacağı intikamın hayali ve planıyla yaşamaktadır. Ve o gün geldiğinde kendisine hesapsızca yardıma koşacak insanlara ihtiyaç duyacağını da bilmektedir. İşte sırf o yüzden hapishanede geçirdiği her saniyeyi insanların kendisini sevmesi veya borçlanması için geçirmektedir. O bir İntikam Meleği'dir...

Film " Onun dünyaya inmiş bir melek olduğunu söylerler, herkes ona iyi kalpli Geum-ja der" cümlesiyle başlıyor. Ve akışın devamında Geum-ja karşımızda hapisten çıkmış öfke dolu olan İntikam Meleği suretiyle geliyor. Seyirci onu ilk bu yüzüyle görüyor.

Başlangıcı ile bitişi arasında bir sürü değişime şahit olacağınız filmin insan ruhuna ve duyguya nasıl esir olduğuna dair bakışı oldukça etkileyici. Yönetmen görülenler ile gerçekler arasındaki zıtlıkları son derece iyi yorumlayıp filminin içerisinde o kadar iyi yerlerde göstermiş ki ister istemez durup düşünüyor insan.




Kişilerin öfkeleriyle nasıl hesaplaştıklarını, iyiliğin ve kötülüğün her yerde yaşayabileceğini, fırsat bulunca herkesin kendi canını yakanlar kadar kötü olabileceğini ve kişilerin vicdanlarıyla başbaşa kalmalarının nasıl iç hesaplaşmalar yarattığını aktarmış kameranın önüne. filmin sonuna doğru duyulan " Mükemmel insan diye birşey yoktur!" repliği de tam olarak desteklemiş görüntüde akan hikayeyi.


Görüntüler ayrıca çok iyi seçilmiş ve üstünde çok çalışılmış olduğu belli olan geçişlerle desteklenmiş.

Filmin özellikle 3. çeyreğinde fazlasıyla gerildim ben. Anne olmanın verdiği duygusallık ile koptuğum sahneler dahi oldu diye de bir ipucu vereyim hemen size...

Soundtrack'i ile de dillere dolanan filmin fragmanını izlemek isterseniz video aşağıda




Filmin künyesi için ise Imdb veya Sinemalar.com linklerini takip edebilirsiniz.

Free Counter