21 Ocak 2011 Cuma

Los Hermanos



Müzik büyüleyici değil mi? Notalar, sesler, görüntü hepsi ayrı okşuyor insanı.

Paylaşmak istememin ilk nedeni bu ama bir nedeni daha var ne yazık ki...

Bu videoda bize şarkılar söyleyen o güzel yüzlü, güzel sesli kadın, 1972'de doğmuş ve 2010'da Göğüs Kanseri'nden hayatını yitirmiştir malesef.

Henüz hala vakit varken, lütfen kendinizi ihmal etmeyin.

Lütfen unutmayın, erken teşhis hayat kurtarır. Akciğer Kanseri'nden sonra ikinci sırada bulunan Göğüs Kanseri'nden korunmak, teşhiste gecikmemek ve zamanında tedavi olabilmek için doktor kontrollerini atlamayın.

İyi haftasonları...


20 Ocak 2011 Perşembe

Nasıl bir insansın sen?


Çok öfkeliyim, çok!

Geçen gün bir arkadaşımla çıkmıştık, hazır hava güzel biz de müsaitken biraz deniz havası alalım diyerek indik Caddebostan sahiline, uzun ve keyifli bir yürüyüş yaptık birlikte. Beni eve bırakırken nasıl keyifliydim, anlatamam...

Arabadan indim, bina girişine doğru hoplaya zıplaya yürürken gördüğüm bir tablo ile kalakaldım olduğum yerde. Ne kadar yazarsam yazayım o saniye hissettiğim öfke, nefret, şaşkınlık, çaresizlik ve korkuyu ifade edebilmem çok zor.

Hani bir fotoğraf görürsünüz, ilk elinize alıp şöyle bir baktığınız anda herşey yerli yerindedir ancak bir terslik var hissine kapılırsınız ya bazen. Ve bakmaya başladıkça detaylar canlanır ya hani aniden... Misal, fotoğrafta yatakta yatarken gözüken kadını, uyuyor sanmışsınızdır ama aslında boğazının eksik olduğunu, yerdeki kırmızılıkların, sandığınız gibi halının deseni değilde aslında kan öbekleri olduğunu ikinci bakışınızda farkedersiniz ve bir anda karşınızdaki tablodan mideniz bulanır ya...

Öyle oldum işte.

Binanın giriş katındaki sağ daire tarafında kalan bina bahçesi son derece bakımsız ve sevimsizdir. Çünkü o daire sahibi yaşlı adam, "burası benim" diye öyle agresif bir üslupla el koymuştur ki bahçeye, kimse uğraşmayı göze alamamış ve bahçeyi ona ve kaderine terk etmiştir site ahalisi. O sevimsizliğe bakmamak için genelde yolun sol tarafına, bahçemizin bakımlı kısmına bakarak yürürüm ben de. Ancak gözüm ilişince gördüğüm tablo aklıma kazındı resmen. Bu yaşlı adam, camın içine, boş yer kalmayacak şekilde, her biri yaklaşık 1 metre uzunluğunda iki kalas yerleştirmiş. Her kalasa da aralarında 4-5 parmak boşluk kalacak şekilde yaklaşık 5'er santim uzunluğunda devasal çiviler çaktırmış...



Bu; yağışlı havalarda ıslanmaktan kurtulmak için, çaresiz camının dış pervazına sığınan kedilerden kurtulmak için üretilmiş, resmen hayvani bir çözüm yoluydu ki bir an beynim gördüğünü algılamakta zorlandı. Algıladığı anda da nefretle doluverdi. Adam bu işi düşünüp taşınıp planlamış, birine de yaptırmış yani. Hadi düşünen hayvan, ya yapanın da mı aklı yok da oturup çakmış o kadar çiviyi gayet nizami bir şekilde o tahtaların üstüne ?

Kalakaldım olduğum yerde. Biraz toparlanınca, beni görünce koşarak yanıma gelen, bacaklarıma sürünerek mırıldayan iki kediyi aldım kucağıma, kenardaki banka oturdum bir süre. Bir yandan onları sevip bir yandan da öfkeden gözlerime dolan yaşları silerken "ne yapıyım" sorusuyla çınlıyordu beynimin içi. Daha fazla dayanamadım, gittim çaldım kapısını. Sarfettiğim sözleri, yaşadığımız o iki kişilik "sana ne? ne demek sana ne? Nasıl bir insansın sen?" özetindeki sevimsiz tartışmayı uzatmayacağım ama akşamüstü bina görevlisi kapıyı çalıp "Kaldırmış tahtaları" diye haber verene kadar volta atıp durdum evin içinde.

Korkarsın, uzak tutmak için çözüm ararsın anlarım. Ama bu çözüm aramak değil ki! Düpedüz eziyet, vahşi ve kabul edilemez bir hareket. ben kuşlardan korkarım dostlar, ödüm patlar... Onlar da tam aksi bana bayılır, evimin balkonunda yuva kurmak için birbirleri ile yarışırlar. Balkonumda kuş olursa ben korkudan uçarım aşağıya diye tam 11 yıldır oturduğum bu evin balkonunu plastik bir tel ile çevreledim.



Benim özgürlüğümü kısıtlıyor evet ama onlara hiç zarar vermeyip sadece balkonumdan uzak kalmalarını sağlıyor en azından.

Bulamaz mıydı yani böyle bir çözüm diye düşünürken bugün baktım bulmuş kendine bir çözüm daha... Uzun balkon tipi saksı tabaklarını dizmiş bu sefer de camın içine, içlerine de su doldurmuş... Gene öfkelendim ama bu sefer çok da umursamadım, sokak hayvanlarımız susuz kalmayacak sayesinde diye düşünüp avuttum kendimi.



Haksız mıyım sizce sinirlenmekte?

Ben de diğer görüp susanlar gibi davransaydım, hiç utanmayacak mıydı bu binada oturan 227 kişi, her içeri giriş çıkışta göreceği bu tablodan? Seyirci kalmış olmaktan? "Bu ne" diye soran çocuklarına izahat vermekte zorlanırken?

Utanmayacaklardı herhalde... Yazık!





Tahtaların camın içinde dururkenki halleri çok daha rahatsız ediciydi, o hallerini fotoğraflamış olsaydım daha iyi anlatabilirdim belki neden bu kadar öfkelenmiş olduğumu. Kedilerimin fotoğraflarını da çektiğim gün keyifli bir paylaşıma eklerim diye düşünüyordum, buna kısmetmiş. Bu iki yakışıklı benim bina bahçesinde beslediğim sevgililerimden iki tanesi, öyle dost, öyle şekerler ki hiç kıyamam onlara ben :)

17 Ocak 2011 Pazartesi

Kısaca A. / 2010 - Bugün


2010 / Bağdat Caddesi

Neredeyse bir yıl boyunca sapıklık seviyesinde anlamsızca arayıp durduğum A. hala bilmiyor kendisini arayanın ben değil, kilitlemeye üşendiğim telefonum olduğunu.

Tanışıklığımız ahbaplığa, ahbaplığımız da arkadaşlığa döndü geçen zaman içinde. Gerilmiyor bilakis memnun oluyorum telefonda adını gördüğüm zamanlar.

Kısa sohbetlerimiz oluyor, ama asla dejenere etmiyoruz sohbeti. Birbirimiz hakkında gerektiği kadar bilgi sahibi olup kalan kısmıyla da ilgilenmiyoruz zaten. Benim teklifimi pahalı bulup reddettikten sonra işbirliği yaptıkları firmaya önermiş beni, adamlar peşime düşüyor. "Yok" diyorum anlamıyorlar. En sonunda A. giriyor devreye, arıyor beni "Hayır, iş hayatına ara vermek zorundayım, anlayın beni" diyorum, anlıyor. Israr etmiyor, ettirmiyor. "Geri döneceğin zaman düşünürüz tekrar" diyor sadece, sormuyor, sorgulamıyor, sıkmıyor, üzmüyor.

Sevmeye başlıyorum A.'yı. Evde bahsi geçen tek müşterim, hatta müşteri bile değil müşteri adayımken. Ev halkı bu yanlışlıklar sinsilesinin doğurduğu arkadaşlıkla dalga geçme fırsatını asla kaçırmıyor. Adamın adı "Yanlışlıkla A." oluyor hatta aile içinde.

Bir haftasonu eşim ve oğlumla Bağdat Caddesi'nde yürüyüş yaparken rastlıyorum A.'ya. Yanında eşi, iki kızı ve köpekleri. Eşini görünce şaşkınlık içinde kalıyorum, bir kez bile bahsi geçmediği için. Büyük kızlarının ittiği bir tekerlekli sandalyede oturuyor, halsiz ve bitkin görünüyor. Aileleri tanıştırıyoruz, hep birlikte birer kahve içiyoruz hatta.

Bir kaç hafta sonra arıyor, evdeki bakıcının memleketine döndüğünü söylüyor laf arasında. Aklıma kısa süre önce vefat eden bir aile büyüğümüzün bakıcısı geliyor, çok da memnunlardı bakıcıdan diye hatırladığım için hiç tereddüt etmeden köprü oluveriyorum aralarında. Bakıcı hala onlarda.

Çok sevdiğim bir dostum Kalp Ameliyatı oluyor, altı tane canlı donör istiyorlar kan için. Gelen donörlerin dört tanesini başlangıçta yeterli bilgi vermediklerinden dolayı kriterlerimiz eksik kaldığı için eliyorlar ve son saniyede çaresizlik içinde kıvranırken ben gene yanlışlıkla arıyorum A.'yı. Sahne aynı, telefonum çalıyor. Koca çantanın içinde küfrede küfrede arıyorum, buluyorum ki kapanmış oluyor. Son aramaya bakıyorum A. , arıyorum gerisin geri. Sesimi duyunca anlıyor bir sorun olduğunu, anlatıyorum meseleyi. Yarım saat sonra yanında kan grubu tutan iki arkadaşı ve büyük kızıyla hastanenin kapısında oluyor.

A.'nın eşinin hastaneye kaldırıldığını duyuyorum birgün telefonun öbür ucundan. Takati iyice kesilmiş, ümidi tükenmiş, acısı artmış. Üstüne titrediği eşinin hastalığına dair konuşmadık bile bugüne kadar; üzülmesin, kurcalanmış hissetmesin diye sustum her aklıma geldiğinde. Trombosit veriyorlarmış ancak seviyeyi sabit tutmak mümkün olmuyor, hızla gene düşüyormuş. O yüzden sürekli kan verecek başka başka insanlara ihtiyaç duyuyorlarmış. Yapışıyorum telefona, eş, dost, akraba, eleman, konu, komşu kim varsa yıkıyorum ortalığı, bulduğumu kapıp gidiyorum hastaneye.

Eşinin yanına alıyor beni A., kan çanağına dönmüş gözleriyle. "Biliyorduk bu günün geleceğini" diyor sessizce, "ama alışmak mümkün mü bu kedere?". Eşi uyur uyanık bir halde gülümsüyor bana yattığı yerden. Kızların yüzleri şişmiş ağlamaktan, perişan haldeler.

Söyleyecek söz yok, duanın bini bin para yüreğimde. Onlar son bir aydır devamlı hastanedeler, sıhhat olmasa bile birazcık daha nefes versin analarına diye sığınıyorlar Rabbin yüceliğine. Bütün yüreğimle katılıyorum yalvarışlarına, inanıyorum Rabbin gücüne...


2011 / Ev

Bazen birileri giriyor hayatlarımıza kazara, ilk anda anlamıyoruz yolun bizi nereye götüreceğini. Veya kontrol edemeden gelişiyor herşey ve sanki bir oyunda figüranlarmışız gibi hayatın akışına bırakıyoruz yaşama hakkımızı.

Öyle ilginç bir dinamiği var ki yaşıyor olmanın, istesen de istemesen de kabul ediyorsun bir yerde 'Kader'in varlığını.

İlk hissettiğin duygunun son olmadığını öğretiyor sana, seviyorken nefret edebilecek hale geliyor veya varlığıyla rahatsız olurken "iyi ki var" diyebileceğin kıvama gelebiliyor ilişkiler.

Büyük bir mucize var bu işin sonunda, inanıyorum...

Dost A. ...
Dualarım ailenle...






------Görseller alıntıdır--------

Kısaca A. / 2009 - 2010


2009 / Mecidiyeköy

Günün en kalabalık saatinde öğle yemeği yemek için sözleştiğim iki arkadaşıma yetişme telaşıyla koşturuyorum Mecidiyeköy metrosunun tünelinde.

Günün programı yoğun değil, kızları özlemişim, geçen hafta beni yere seren gribi de nihayet atlatmışım. Herşey yolunda gözüküyor benim cephede.

Çok olmasa bile gene de geç kalmış olmanın utancıyla oturuyorum gelip yerleşmiş ve yemeklerini söylemiş olan iki çocukluk arkadaşımın yanına.

"Aman ya" diyorlar, "bir kere de sen erken gel!"

Olmuyor işte, hep son anda dahil olan, hep en sonuncu olan benim bu kadroda...

Telefonum çalıyor. Koca çantanın içinde ara ara, yok telefon. Deli olucam. Telefon hala çalıyor, ben bulamıyorum. Derken kapanıyor. Ben hala arıyorum çantanın içinde. Nihayet bulup kim aramış diye baktığımda ekranda A. görüyorum, aylar sonra... 'Hayırdır' diye düşünüp kızlara alnımı kırıştıran bir gülücük attıktan sonra "bir arıyım ayıp olmasın" diyerek arıyorum son arayan numarayı.

Açıyor telefonu A., "Efendim" diyor.

"Beni aramışsınız" diyorum sesimde soran bir eda ile, "yetişemedim kusura bakmayın, buyurun" diye ekliyorum hemen peşi sıra.

Gülüyor A., selamlıyor ve "esas siz buyurun" diyor...

'Ne bu şimdi' diye takılıyor aklım bir kaç saniye, "Anlayamadım?" diyorum.

A. başlıyor açıklamaya; "Benim telefonum çaldı, diğer hattaydım, yetişemedim. Baktım sizin numaranız aramış, hemen geri döndüm ama bu sefer de siz açmadınız. Ve şimdi sizi dinliyorum, buyurun "

Haydaaaa... O saniye aklım başıma geliyor, tuş kilidini kapatmamış olduğumu anımsıyorum. Ortadaki tuşa bir kere değdin mi direk telefon rehberi açılıyor ve sonraki basışta da ilk numarayı arıyor. Tahmin edin bakalım, ilk numara kim? Tabii ki A.

Nasıl anlatayım adama şimdi durumu, mecburen ışık hızında uydurmaya başlıyorum; "Ya evet, yoğunluktan sersemledim desem inanırmısınız. Ben aradım tabii sizi, aslında ben baskıcıdan memnun kaldınız mı diye sormak için aramıştım, umarım sorunsuz yardımcı olmuştur ekibinize?"

Abuk sabuk üç beş cümle daha kurduktan sonra sesini duymaktan bile gerildiğimi farkettiğim A. ile sohbeti bitirip telefonu kapatıyoruz. Kızlar "kim" diyor, "eski bir müşteri" diyip garsona dönüyorum sipariş vermek üzere.


Aradan birkaç ay daha geçiyor, ben gene aynı hatayı tekrar ediyor ve bu aylar zarfında dört-beş defa daha A. yı arıyorum tuş kilidini kapatmadım diye. Hemen her seferinde bir kaç saçma bahane ile durumu kurtarmaya çalışıyor adamın gözünde salak bir imaj çizip çakılıp kalıyorum.

Tuş kilidini kapasam sorun çözülecek. Ya da adamın adını değiştirip ilk sırada olmayacak bir şekilde kaydetsem gene olacak ama ben ısrarla durumu olduğu şekilde muhafaza edip telefon sapığı gibi durup durup arıyorum adamı. A. ise o kadar yoğun ki çaldığında açamıyor telefonlarını. Sonradan dönüp cevapsızlarına yanıt veriyor. Aslında açsa farkedecek benim onu yanlışlıkla aradığımı, telefonun kulağımda değil çantamda olduğunu anlayacak ve çözecek meseleyi ama kader ilginç birşey işte...

Bir süre sonra A. nın beni mail listesine eklediğini farkediyorum ondan gelen mailleri görünce. Ben de ekliyorum tabii ayıp olmasın diye.

Bir kaç After Work Party'de karşılaşıyoruz A. ile. Selamlaşıp uzak masalardan gözgöze geliyoruz arasıra.

2009'u 2010'a bağlayan gece, yani yılbaşında bir şirketin yeni yıl partisinde tekrar bir araya geliyoruz A. ile. Birlikte şarkı bile söylüyoruz üstelik :) Eskisi kadar gerilmiyorum onun varlığına bu sefer. Alıştım mı ne...







------Görseller alıntıdır--------

Kısaca A. / 2009


2009 / Nişantaşı

Yoğun bir toplantı gününe hazırlanmak için ne yapsan boş, birşeylerin ters gideceği var ise muhakkak gidiyor işte.

Aynı güne bir ihale ve bir teklif görüşmesi bindirmiş olmanın telaşına, saçlarımı da istediğim hale getirememiş olmanın öfkesi eklenince varın siz gelip görün halimi...

Eserek yürüyüp tam anlamıyla terör yarattığım ofiste herkesin gözü saatte, "Görüşme saati gelip bir an önce gitse de, huzura ersek" fikriyle tabii. Bunu görüyor ve hissediyor olmak da iyice gerince benim sinirleri, terör şiddet tırmandırıyor haliyle. Kahvemi beğenmiyor, baskı ve ciltten gelmemiş olan ön teklif yüzünden asistanı "Yetişmezse ilk seni öldürürüm" diye tehdit ediyor, laptop'un şarjını bir türlü bulamıyor ve tüm elemanlara evde unuttuğumun farkında olmadığım şarj aletini aratıyor, yazıcıda kağıt kalmamış diye küfrü basıyorum.

Kendim bile kendime dayanamayacak haldeyim yani. Ve nihayet aynı gerginlikle katılacağım teklif görüşmesinde artık sıra.

Taraflar karşılıklı geliyoruz, hepimizin yüzünde bir tebessüm maskesi aklımızda ise 'Bitse de gitsek' arzusu, ayakta karşılanıyorum. Tokalaşıyoruz ev sahibi satın alma ekibiyle. Üç tane adam var karşımda. Ben ise olayı hafife almış, tek başıma gelmiş olmama lanet okuyorum içimden. Hani resmen "Günün esas olayı ihale, sizi de aradan çıkarmak için buradayım, geçerken uğradım" edasında hissediyorum kendimi, bir amatör gibi eziliyorum ufaktan.



Son derece iyi giyinmiş, kendinden emin, oldukça fit bu üç adam beni toplantı odasında misafir ediyorlar. Oda gayet şık, ele tutulur bir ağırlığı var sanki. Yuvarlak masaya oturduğumuz anda silahlarını çeken silahşörler gibi tek hamle ile hepimiz gayet senkronize bir eda ile kartvizitlerimizi çıkarıp koyuyoruz birbirimizin gözü önüne. Ben aynı anda son saniye de olsa baskıdan yetişen ön teklif dosyasını, kartvizitinde 'Koordinatör' sıfatını farkettiğim kişiye doğru uzatıp tekrar dalıyorum laptop çantamın içine. Ekranı açıp kendimi sunuma hazır hale getirme telaşındayken servis elemanı da odaya gelmiş, ikram siparişlerini almakta.

Aradan geçen bir buçuk saatin ardından nihayet görevini yapmış, karşımda duran üç adamlık ekibi fiyat teklifi almak için ikna etmiş ve gerginliğini birazcık olsun atmış bir ben olarak çıkıyorum binadan.

İstikamet ihale.

Sonuç; yaptığım ilk görüşme finale ulaşmıyor, teklifim reddediliyor ve iş benden düşük fiyat veren bir diğer firmaya veriliyor ne yazık ki.

Ama ihale benim...

Teklifim reddedildikten üç gün sonra alıyorum elime üç silahşörlerin kartvizitlerini. Uzun uzun bakıyorum her birine sırayla ve toplantı sırasında karşılıklı olarak birbirimizden hiç hoşlanmadığımızı hissettiğim A. 'nın direk hattını çeviriyorum sonunda.

Beni delirten 'İşi kaybetsen de profesyonelliğini koru' ilkesinden hareketle, telefonun öbür ucundaki A. 'ya yeni çözüm ortaklarının hayırlı olmasını diliyor ve görüşmeler sırasındaki misafirperveliklerinden ötürü tekrar teşekkür ederek telefonu kapatıyorum.

Bitti işte diyorum, işi alamadım ama akılda kaldım.

Öyle de oluyor. Aradan yaklaşık yirmi gün kadar geçiyor ve bu sefer benim telefonum çalıyor. Karşımda şu ilk görüşmemizde birbirimizden hiç hoşlanmadığımız A.

Kısa bir sohbetten sonra direk konuya giriyor ve onları ziyaret ettiğim sırada kullandığım teklif formatına getiriyor lafı. Kendi satış departmanlarına örnek olarak verdiğini anlatıyor. Ve işi kime yaptırdığımı öğrenmek isterse yanıt verip vermeyeceğimi soruyor.

Yanıtlıyorum sorusunu, telefon numarasını vermek üzere kartvizit albümümü karıştırırken yüzümde bir sırıtış ile "demek o kadar beğenmiştiniz" diyerek. Gülümsüyor, "Etkilenmiştim" diyor.



Yanıt hoşuma gidiyor. Baskıcının telefonunu bir türlü bulamıyorum albümde, "ben size mesaj atıyım bulduğumda" diyorum. Cep telefonunu kaydediyorum telefonumun kartına. Ve asistana pas ediyorum numarayı bulup bilgilendirme işini, unutup gidiyorum kendi yoluma.



------Görseller alıntıdır--------

14 Ocak 2011 Cuma

İğneada Gezisi ve Kedi'nin Sürprizi


Yaklaşık bir aydır "Gidemem" diye ağlaşıp dururken bir anda kendimi gitmiş bulduğum kış kampımızdan yorgun ama keyifli döndüm gene ben :)



Hava süper, yollar keyifli, dostlarla olmak paha biçilemezdi gene. Tam 21 tane aklı evvel, geceyarısı İstanbul'dan yola çıkıp her fırsatta molalar vererek vardık Demirköy'e. Biz vardığımızda ne çorbacı ne börekçi ne de bir tek kahvehanesi açıktı tabii... Neyse az bekleyip muradımıza erdik :)



Programın ilk ayağı Dupnisa Mağarası ve civarıydı. Nefis bir doğa, karla kaplı yollar, bol oksijen... Mağarada ne gördünüz derseniz; alt mağara yarasaların çiftleşme dönemi olduğu için kapalıydı, bizler de üst mağaraya kaçan 100 kadar yarasa ile haşır neşir olduk mecburen ;)


Dupnisa Mağarasından sonra doğru İğneada yolunu tuttuk, kalacağımız tesise yerleştikten sonra hep birlikte sahile indik. Kampçılık tarihimizde bir ilk; çadır yerine tesis konaklamalı bir gezi tercih edip bir kez de bunun bize neler hissettireceğini görmek istedik.


Akşama kadar serbest aktivite ile geçirdik günümüzü, yedik, içtik, uyuduk, kumsalda dolandık, oyun oynadık, soba başı keyfi yaptık. Akşam yemeği için restaurantta toplandığımızda hepimiz çok mutluyduk...


Yemeğimizi yiyip içkilerimizi içtikten sonra geleneksel kamp ateşimizi yaktık Karadeniz kıyısında. Soğuğa, rüzgara, yorgunluğa ve hemen az ilerimizde bize ait olan sıcacık tesise, sobaya rağmen yılmadık gene de. Şarkılarımızı söyledik, sohbetlerimizi yapıp biraz olsun kamp tadı çıkardık kendimize :)

Sabah uyandığımda gördüğüm manzara ise işte böyleydi... Daha önce çok gündoğumuna seyirci oldum ama böylesini ilk defa izledim, muhteşem bir şölendi...


Kahvaltıdan sonra civardaki köy ve mekanları gezdik her gezimizde yaptığımız gibi. Aşina olduğumuz yerlerdi belki ama hepsinden gene büyük keyif aldık. Köy kahvelerinde soluklanıp civarın yerlileri ile sohbetler ettik, çaylarımıza güleryüzlerini ekleyerek hayattan minik molalar kaptık. Limanköy, Longoz Ormanları, Beğendik, Mert Gölü...

Mert Gölü'nün Karadeniz'e kavuştuğu noktada uzun bir yürüyüş yaptık deniz kabukları toplaya toplaya.



Ufak ufak şehre dönme vakti geldiğinde yüreğimi bir hüzün kaplayıvermişti fena halde. Hem şehre aşık hem de doğaya tutkun olmak böyle birşey işte, hangisinden uzaklaşacak olsam hüzün yapıyor bünyeme :)

Aşağıdaki fotoğraf da bu Kedi'nin sürprizi olsun siz blog okuyucu ve yazarı olan dostlara;

Sokak Kedisi takdimimdir ;)



Hepinize sevgilerimle,




--Kendi fotoğrafım dışında kalan tüm görseller, 07-09.01.2011 tarihinde İğneada/Demirköy bölgesinde tarafımdan çekilmiştir, izinsiz kullanılamaz---

13 Ocak 2011 Perşembe

Ödül :)


Blogunu ilgiyle takip ettiğim, varlığıyla hayata değer kattığına inandığım, okuyan, yazan, düşünen, yorumlayan, öğreten ve bütün bunlara rağmen öğrenmekten vazgeçmeyen; tüm Türk kadınları ve Türk anneleri için muazzam bir örnek teşkil ettiğini düşündüğüm Sevgili Aysema'dan "Yüzümüzü güldüren, düşündüren" bloglara dair bir ödül almış olmanın keyfini yaşıyorum...

Başkalarını eleştirirken tam gaz giden pek çok insanın, beğenisini ifade ederken ne yazık ki bu kadar istekli olmadığını izliyorum. Halbuki yapıcı olmanın, birbirimizi geliştirmenin en kolay yollarından biri değil mi karşımızdakine güven vermek, yüreklendirmek?

Teşekkür ediyorum Aysema'ya beni gururlandırdığı için ve ben de bu ödülü hemen izlemekten keyif aldığım, izlerken geliştiğim, büyüdüğüm blogger arkadaşlarıma ulaştırmak istiyorum. İzlediğim tüm dostların adını yazmak şansım olsun isterdim ama ödül için tek kural koymuşlar, o da on kişiye dağıtmak. Bu kurala da uyarak, fazla beğeni adamı öldürmez diye düşünüp bu ödülü daha önce alıp almadığına da bakmaksızın aşağıda sıralıyorum hemen isimleri...

Aslısın; http://aslisin.blogspot.com/
Vladimir'in Derdi; http://hakikivladimir.blogspot.com/
Pisikopati; http://pisikopati.blogspot.com/
Sıradan Bir Sazan; http://hayatabaliklama.blogspot.com/
Evrenin Dünyası; http://evrenin.blogspot.com/
Dışavurum; http://sedasolar.blogspot.com/
Eliza Doolittle; http://www.amsterdamdankartpostallar.com/
Aslı Hayvanı; http://aslihayvani.blogspot.com/
Hepsüslüydüm; http://hepsusluydum.blogspot.com/
Bucera; http://ortayabunalm.blogspot.com



Herkese sevgilerimle


7 Ocak 2011 Cuma

İçimde bir uykucu var


2011 geldi, hoşgeldi.

Henüz gelmeden "blogu kapatacağım" diye çığlığı basıp huysuzluk etmemden belliydi benim bu seneden pek de haz almayacağım. Daha başından "aman be kedi, bu ne peşin hüküm" diyeceksiniz biliyorum ki haklısınız da; çünkü bu benim kati surette peşin hükmüm.

2011 geldikten sonra sadece ayın 2'sinde evden çıkıp eski dost Murat'ın ikizleri ve benim tekizle birlikte uzun bir yolculuk yapıp Maşukiye'ye kaçtık, burnumuzdan geldi. Herhalde bir daha aynı arabaya 3 tane 6 yaş çocuğu bindirip bakkala bile gitmeyiz, o kadar bezdik durumdan :)

Bugüne kadar da resmen yatakta geçirdim günlerimin büyük kısmını. Minik okula gider gitmez yatağa gömülüp, o gelmeden az önce kalkıyor ve akşam, o yatar yatmaz tekrar yatıp, sabaha kadar çıkmıyorum yatağın içinden. Yanımda lazım olacak herşeyle birlikte. Yeterki çıkmıyım odamdan, yatağımdan formunda bir hafta geçirdim desem yalan olmaz.

İşin bi de fena kısmı, bu hafta boyunca düzenli olarak arayıp beni yataktan çıkarmaya çalışan bir de ses vardı telefonun ucunda.

Rınnn... rınnnn...
-Efendim yaaa ( uykulu ve öfkeli bir sesle ben )
-Kalkkkk, sabah oldu!
-Olmazzz, uykum var!
-Kalk dedim, 10 dakika sonra arıyorum gene! ( çat )

10 dakika sonra;
Rınnn...rınnn...
-Offff be! Deli misin nesin? ( yarı deli bir sesle ben )
-Kalkmadın mı? Kalk dedim, kalk!
-Senin başka işin yok mu? Çalışmana baksana sen, rahat bırak beni kardeşim, u y u y a c a ğ ı m!
-Yüzünü yıka, ararım az sonra ( çat )

15 dakika sonra;
Rınnnn....rınnn...
-Hay lanet olsun, Neee! ( artık uyumak ne mümkün, arasın da bağırayım diye bekliyorum telefonun dibinde! )
-Haa iyi kalkmışsın :)
-Eee ne olucak şimdi? Kalktım işte?
-Çık yataktan, hatta evden de çık. Ben çıkıyorum şimdi ofisten, öğlen birlikte yeriz, olmaz mı?
-Olmaz!
-Tamam, ararım ( çat )

1,5 saat sonra;
Rınnnn...rınnnn...
-Efendim? ( kahvesini içip kendine gelmiş bir ben )
-Günaydın :)
-Sana da :)
-Çıkar mısın?
-Yok, boğazım ağrıyor. Üşeniyorum da şimdi koşa koşa çıkıp, koşa koşa geri dönmeye...
-Tamam, balkona çık bari, hava al biraz!
-Peki
-Ararım ( çat )

Günler sonra ilk kez bugün, beni içime kapanmaktan alıkoymak için günlerdir gayret eden sesin sözünü dinledim ve erkenden çıktım yataktan. Giyinip evden de çıktım. Yürüdüm biraz. Çam ağacının yuvarlak kozalakları düştü üstüme altından geçerken. Mahallenin kedileriyle oynaştım. Üstüme giydiğim yağmurluğun sol cebinde bir şişe mantarı, sağ cebinden de bir plastik su şişesi kapağı buldum. Mantarları henüz onlarla ne yapacağını bilmediği halde biriktirmekte olan Ertan için, plastik kapakları da tekerlekli sandalye almak için Ataşehir Belediyesi adına topladığımı hatırladım.

Ve ardından grubun bu gece çıkacağı benim katılmayacağım kamp geldi aklıma. İğneada'ya doğru 2 koca gün...

Eve dönüp bunları size yazarken gene telefonum çaldı, bu sefer kamp liderimiz vardı telefonun diğer ucunda. Arayacağını o sırada onun yanında olan Murat msn'den eş zamanlı olarak yazıyordu bana :)

"Hadi bırak nazlanmayı, topla çantayı. Gidiyoruz, akşam 12'de malum yerde!" dedi telefonun ucundaki ses :)

Baktım gidesim çok :) O yatakta sürünen, canı uyanmak istemeyen ben gitmiş, yerine sağa sola telefon açıp, gitme işini organize eden ben gelmiş, dipdiri, capcanlı...

İşin ucu hep istemeye dayanıyor sanırım. Nefes almayı istemek, yaşamayı istemek, mutlu olmayı istemek...

Neyse, bana müsade... Gidip çantamı toplıyım :)

Hepinize iyi haftasonları ;)




------Görsel alıntıdır--------
Free Counter