29 Ocak 2010 Cuma

Şekerden Hayaller


Küçük hayallerle büyük dünyalar kuruyoruz pembe bulutlarla çevreleyerek hayatımızı…

Sonra o pespembe hayalin içine çizmeye başlıyoruz arzularımızı, arzuladıklarımızı.

Bazen bir gülüşe konduruveriyoruz büyük bir aşkın ispatını veya bir suskunluğu onaylanmış olmak sayarak gülümseyerek atıyoruz adımlarımızı.

Öyle bir an geliyor ki duyduğumuz bir tek kelimenin etrafında dans ederken buluveriyoruz kendimizi.

Bir tek bakışa yüklüyoruz sevdanın bütün hallerini.

Bir tek notadan yakalayıveriyoruz mutluluğun tılsımını.

Yoktan var ettiğimiz ve belki de varlıklarına inanarak hayata tutunduğumuz şeker tadındaki pembe hayallerimizin içerisinde uçarcasına mutlu mesut yaşıyoruz.



Sonra biri geliyor; elindeki iğneyi bizim pembe bulutçuklara batırıveriyor…

Belki isteyerek belki istemeden...

Ve suçlu hep o minik iğne oluyor nedense…

Nedense…




.............(Görsel Deviantart.com üzerinden alıntıdır)..........

26 Ocak 2010 Salı

Hangi kritere göre izlenmeye değmez?

Sabah dolaşırken bir sinema haberine denk geldim. Merak edip içeriğini incelemek istediğimde ise bir sürpriz ile karşılaştım.

Bakın haberi buradan okuyabilirsiniz

Haberin başlığı "İzlenmeye değmez 10 film"

Ve filmlerin içine girince "İzlenmeye değmez" diye nitelenmiş filmler arasında gördüğüm iki isim gerçekten şaşırttı beni.

Bir tanesi Memoirs of a Geisha - Bir Geyşanın Anıları.




Kitabını severek okuduğum ama seyretme fırsatı bulamadığım bir film. Fakat fikrine pek güvendiğim sinema dostu bir arkadaşımın İzlemelisin! dedikleri arasında var olan bir film. Ayrıca IMDb de 7.1 oy almış bu film. Şaşırdım adını listede görünce.

Fakat beni esas şaşırtan listede gördüğüm diğer isim oldu :
Bin Jip(3 Iron ) - Boş Ev.



IMDb oyu 8.0 olan bir Kim Ki Duk filmi... Filmin sessizliğinden şikayetci olmuş haberi hazırlayanlar ama o sessizliğin içindeki anlamı görmenin esas mesele olduğunu bile görememişler ne yazık ki...

Yönetmenleri adım adım takip etmeyi pek sevmem ama özellikle seçtiğim birkaç isimden biridir Kim Ki Duk. Seyrettiklerim arasında gerçekten beğenmediğim birkaç filmine de denk geldim bu yönetmenin aslında ama özellikle bu filmine büyük bir haksızlık yapılmış diye düşündüm haberi okuduğumda. Esas olanın bu haber üstüne oturup film hakkında sayfalarca yazmak olmadığına inanıyorum çünkü bunun zaten defalarca yapılmış olduğunu çok iyi biliyorum pek çok blog yazarı arkadaşım tarafından.


Onun yerine şimdi ben de diyorum ki "İzlenmesi gereken 10 film" içerisinde adını kesinlikle sayabileceğim bu filmi (eğer seyretmediyseniz) seyredin lütfen. İnanıyorum ki ne dediğimi anlayacaksınız.

Ve benden tavsiye; fırsat bulursanız aynı yönetmenin şu filmlerini de keyifle seyredebilirsiniz:


Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom - İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış... Ve İlkbahar
Breath ( Soom ) - Nefes
Time - Zaman
Hwal - Yay


Sevgiler









19 Ocak 2010 Salı

İçimi Isıtan Anlar...


Günün bana ait saatlerini yaşamaya başlamış ve elimde bir fincan kahve ile camın önünde durmuş dışarıda yağan karı seyrediyordum. Birkaç dakika sonra ekranıma bir mail düştüğü uyarısını duydum ve ekrana dönüp açtığımda kısacık bir mail buldum

" Sıcak tutan bir beren var mıdır? "

Gülümsedim, 'Deli' dedim içimden. Yanıtım da kısaydı " Evet "

Birkaç dakika sonra bir ikincisi düştü, otomatikman gülümseyerek baktığımı farkettim koyu renkli zarf simgesine :)

" Atkın da vardır öyleyse ??? "

Cevabım aynıydı.

Sonraki mailde " Pekkki eldiven? " diye soruyordu.

'Deliii' dedim içimden ve dışımdan da " Evet " yine.

Mailim yanıtlanmamıştı bu sefer...

İşi çıktı herhalde dedim, çocuklar oyaladı veya bağlantısı koptu. Belki de misafiri geldi veya telefonla konuşuyor.

Gidip gelip yeniledim ekranı ama gelmemişti hala beklediğim yeni yanıt. Kapadım ekranı, siyah-beyaz bir film seçtim - Casablanca - ve taktım filmi DVD ye, geçtim karşısına. Kahvemi de tazeledim tam oynat tuşuna basacaktım ki cebime bir mesaj geldi. Şimdi durmadan ikaz sesiyle rahatsız eder beni diye düşünerek ilerledim telefona, açtım mesajı.

" Aşağıdayız "

Gördüğüm mesaja o kadar şaşırdım ki bir kaç defa daha okuduktan sonra tam olarak algıladım ekrandaki yazının anlamını. Koşup baktım camdan, aşağıdan bana el sallıyan iki şeker insanı görünce bütün günüm aydınlandı. Çevirdim direk numarayı

" Gelsenize " dedim açılınca.

"Oyunbozanlık etmek yok, sen geliyorsun aşağıya atkını, bereni, eldivenini takıp" dedi gülerek. " Sıkı giyin, kara gömeceğiz seni " diyerek kapattı telefonu.

Ne ara koşup giyindim ve aşağı indim hatırlamıyorum :)) Nicedir böyle eğlenceli bir sürpriz yaşamamış olduğumu farkettim yağan karın altında yürürken.

Yüzümüzde kocaman gülümsemelerle deliler gibi yürüdük, arasıra bir şarkıyı hep birlikte söyledik, bazen de ortak bir hatıraya kahkahalar atarak güldük.

Bugün birkez daha fark ettim ki bazen sadece o anı yaşamak değil sevdiğin insanlarla da paylaşmak gerekiyor. İçinde yaşamak ve havayı birlikte solumak...

Minik dokunuşlarla, küçücük sürprizlerle renk katabiliriz birbirimizin o anlarına, yeter ki buna isteyerek dahil olalım ve paylaşabilmenin tadına varalım...

Paylaşmak demişkenbu da keyif vermesi dileğiyle benden sizlere gelsin :)







.............(Görseller alıntıdır)..........

14 Ocak 2010 Perşembe

Özgür olabilmek; kendin kalabilmek demektir...



En gerçek olan benim söylediğimdir…
En doğru olan benim yaptığımdır…
Benim fikrim en iyisidir…
Çünkü
Mükemmel olan BEN’im…

Ne kadar samimi geliyor bu kadar iddialı olabilmek size?
Bana hiç samimi gelmediği gibi son derece de itici bir tarafı olduğunu düşünüyorum.

İnsanız altı üstü; olabildiğimiz kadar eşsiz, olabildiğimiz kadar doğru, olabildiğimiz kadar başarılı değil miyiz her birimiz peki? Öyleyiz elbette. Ne bir tek doğru var ne de bir tek mükemmel. Her kesinlik sadece baktığın yön, an, açı, durum ve oluşum gibi değişkenlere göre netlik kazanıyor çünkü. Göz kırptığın an; içerisinde olan biteni bilemiyorsun bile. Sadece farz edebiliriz durumun aynı kaldığını, o kadar.

Ve eğer bir tek doğru olsaydı herkes en doğruyu kucaklayabilmek için ona sarılmaz mıydı zaten. Değişik değil tek düze, ilginç değil sıkıcı olmaz mıydı yaşamak?

Onun söylediği yalandır…
Onun yaptığı yanlıştır…
Onun fikrin kötüdür…
Çünkü
O mükemmel değil…


Peki bu yaklaşım ne kadar tarafsız sizce? Karşı tarafta olmadan bu cümleleri herhangi bir kişi için kurabilmiş olmak mümkün mü acaba? Bence değil. Çünkü kesinlik ifade eden bildirimler; muhtemelen fikri net olamayan diğerlerine, kendi fikrini edindirmek çabasını içerirler içlerinde

Pek çok insan var, pek çok hayat var, pek çok tercih var, pek çok gerçek var ve hayat herkes için pek çok farklı bakış içeriyor. Herkesin “kendinin en iyisi” olduğuna inanmak ve bu gerçeği kabullenmek gerekmez mi bu durumda?





Farklı rengi yüzünden itilip kakılan; çoğunlukta değil azınlıkta olduğu için hor görülen; duruşu diğerleri gibi olmayanlar için yapılan “Öteki” itişmesinden karlı çıkan kimse yok bana kalırsa. Burada dikkat etmek gereken en önemli mesele “Farklı olan” ile “Farklıymış gibi davranan” ı ayırt edip ona göre değer vermek ve saygı duyabilmekte.

Çünkü;

Farklı olan bölmez; çoğaltır.
Farklı olan kısırlaştırmaz; zenginleştirir.
Farklı olan Öteki olmak çabasında değil, sadece kendisi olmak gayretindedir.

Farklıymış gibi davrananın içinde ne barındığını ise bilmek mümkün bile değildir. O’nun tek gerçeği budur; ne olmak isterse o olduğuna inandırarak var eder kendini…

İşte bu yüzden BEN, SEN veya O olmaktan vazgeçmemeli, farklılıklardan korkmamalıyız. Ancak bu şekilde; tümüyle birbirinden farksız Ötekiler'in üstümüzde kurmaya çalıştığı hakimiyete izin vermemiş oluruz.


Özgür olabilmek; kendin kalabilmek demektir.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Buzdan Hayaller


Hiçlikle çokluk arasında bir benlik yaratmaktı isteğim
Bir bıçak ucuyla oyduğum buzdan yaratmıştım hepsini
Ve buz bilmiyordu, sıcağın üstündeki zaferini…
Uzandı ateşine; sorgusuz, hesapsız, boylu boyunca
Erirken ‘Sevgi buymuş demek ki’ dedi, ‘yakıyor içimi’

Bir yaprağın koynuna düştü kalan bir kaç damla
Ve bir İpek Böceği içiverdi tüm hayallerimi…

9 Ocak 2010 Cumartesi

Düş yakamdan X efendi!!



Sizde nasıl bilmiyorum ama bizde durum feci!

Sabah saat 9 olduğu anda bizim evde kabus başlıyor!

Önce cep telefonum çalmaya başlıyor... Henüz uyanmış olan veya bu gürültüye fırlayıp kalkmış olan oğluma mı koşayım, telefona mı atlıyım şaşırıyorum.

Cebe yetişemiyorum diyelim, cep çalmaktan vazgeçtiği saniye evin 1 numaralı hattı çalmaya başlıyor...

Ona da bakmazsam evin 2 nolu hattı aynı şekilde devreye giriyor.

Herhalde diyorum anneme babama birşey oldu veya eşimin başına birşey geldi. Soluk soluğa atlıyorum telefonun üstüne bir hışımla, endişeden ölmek üzere bir halde...

Karşımda muhtemelen 20li yaşlarda, konuşurken aynı anda ciklet çiğner gibi kelimeleri yayarak konuşan bir tıfıl delikanlı

"İyi günler, ben X, Finansbank Genel Müdürlükten arıyorum, Nasılsınız ?"

Allah kahretsin! Seninle sabah deparına kalkmadan önce gayet iyiydim ama şimdi taşikardim tuttu, sinirlerim bozuldu...

Defalarca anlattım, "Aramayın beni" dedim, "Bu şekilde rahatsız edilmek istemiyorum" dedim, "Bankanızla tüm iletişimimi kesip gerekirse hesaplarımı iptal ettireceğim" dedim, "Beni bir daha arayan maymun olsun" demeye kadar vardırdım işi ama yetmedi... YETMEDİ...


Siz maymun olmaktan bıkmadınız ama ben her sabah "Acaba Finansbank ne zaman arayacak?" stresiyle güne başlamaktan bile nefret eder hale geldim. Telefonların fişini çekiyorum, cebi kapatıyorum bu sefer de bize birşey oldu endişesiyle eş dost kapıya yüklenir oldu.

Nedir sizden kurtulmanın çaresi diye düşünür haldeyim kara kara... Bari yazayım da belki yol, yöntem bulup bu tacizden kurtulmuş birilerine denk gelirim, akıl verip beni bu eziyetli hayattan kurtarırlar diye dayandım klavyeye... Ümidim var en azından :(

Devre mülk satıcılarıyla başladı bu çirkin saldırı, şimdilerde ise ilk aklıma gelenler; Bir Finansbank ve bir de Boyut Yayıncılık. İllallah!! dedirttiler resmen...

Hatırlıyorum, eskiden kapı kapı gezen çingene bozması sokak satıcıları vardı. Apartmanın tüm dairelerinin zillerine parmaklarını dayayıp kapı açılmadan da o parmağı oradan çekmezlerdi. Sırf burnuna yumruğu patlatmak için kapıyı açıp saatlerce 'Dur bak şunu da göstereyim' diye esir alınan mahallaleliyi bu eziyetten ancak kahraman kapıcılar kurtarırdı.

En sonunda hemen her bina kapısına " Satıcı ve Pazarlamacı Giremez! " yazan birer kağıt yapıştırılmasına sebep olan bu çirkin, yapışkan, kapıyı kapatmaya kalktığında ayağını kapı eşiğine dayayacak kadar tacizkar, mide bulandırıcı basitliği kendisine Pazarlama Yöntemi olarak benimsemiş tüm markalara bu tepkim.

Bir marka yarat, besle, büyüt, tüm ülkenin tanıdığı bir zemin yarat; sonra tut onu bu çingene metoduyla rezil et. Olacak iş mi! İnanamıyorum...

Yanlış yapıyorsunuz. İtibarınızı süründürmekten ne zaman vazgeçeceğinizi bilmek istiyorum

?



6 Ocak 2010 Çarşamba

Teslim oldum sana....



Sütünü bitirmediği için kavga ettiğim biricik kuzum ile küstük dün sabah, ayrı odalara çekilip astık suratlarımızı birbirimize…

Öldüm o sessizlik anlarında ben…

Kavga etmeyi seven bir insan değilim, genelde sahayı terk etmekle çözüm bulurum sıkıntılarıma. Hiç ikilemeden yürüyüp gidiyorsam, sırtımı dönmüşsem sorunlara bunun tek anlamı, anlamsız olmasındandır; benim için en azından.

Eğer kavga ediyorsam da terk etmek istemeyişimdir tek sebebim.

Bu nedenle çok canımı yakar kavgalarım ve ne yazık ki sebebi veya şiddeti ne olursa olsun ben muhakkak çok yorulurum.

İşte bu yüzdendir kavgalara uzak duruşum...

Fakat büyümesi için beslenmesi gerektiğini kabul etmekte zorlanan küçük adama en azından süt içsin de yuvaya aç karnına gitmemiş olsun diye bin bir maymunlukla içirdiğim sütü dün sabah ısrarla reddetmesi beni kahretti ve o kadar çaresiz hissettim ki 5,5 yaşındaki minik bir çocukla kavga ederken buldum kendimi!

Hatta iyice abarttım ve dediğim gibi resmen küstüm bir de miniğime!

Ben çalışma odasına, o da kendi yatak odasına çekildik derhal. ( Bana çekmiş bu çekip gitmeleri :)) )

Nasıl içmez diye kendi kendimi didiklerken bir taraftan da kulak kabarttım; onun odasından ses geliyor mu? Acaba ağlıyor mu? Kavga ederken terlemiş olabilir mi? Gidip bir bakıp üstünü değiştirsem mi? İçtiği kadar süt acaba yeter mi?


Yok yok.. biraz yaklaşmayım da aklı başına gelsin diye diye tırnaklarımı yemekteyken bir tıkırtı duydum.

Bizimki açtı oda kapısını, yavaşça yaklaştı benim olduğum odaya ve ‘tık tık tık’ kapıyı vurdu.

Hiç ses yok bende. Burnum kaf dağında feci halde!!

Dışarıdan bir ses geldi “Postaaaa…”

Odamın kapısını araladı, hiç yüzüme bakmadan girdi içeriye ve masamın üstüne bir kağıt bırakıp aynen gene hiç istifini bozmadan yürüyüp çıktı dışarı. Kapıyı da çekti arkasından, hiç gelmemiş gibi sanki.

Ben oturduğum koltuktan bakakaldım masanın üstündeki o minik kağıda.

Ne ki bu? diye düşünüp yavaşça kalktım yerimden ve masaya uzanıp aldım elime Ben10 bloknotundan koparılmış sayfayı

Ve hayatımda aldığım en anlamlı, en samimi, en güzel, en değerli mektubu buluverdim o kağıdın üstünde





Ve yine öldüm...

Bu sefer mutluluktan :)))

Yüreğim taştı resmen, sığmadı yerine. Nasıl heyecanlanıp nasıl gözlerim doldu o saniye içinde anlayamadım bile



Anne olmak ne güzel şey…..




3 Ocak 2010 Pazar

James Cameron / Avatar ( 2009 )



İki bölümde aktarmak istiyorum bu filme dair izlenimlerimi; Genel Bakış ve Bana Göre

Genel Bakış...

166 dakika boyunca göz bile kırpmadan ekrana çakılı kalarak seyredilecek keyifte bir görsel şölen var filmin tümünde. Titanic ile yakaladığı dillere destan başarıyı Avatar ile tamamen zirveye taşıyan James Cameron tüm dünya tarafından ayakta alkışlanıyor, uzun bir sürede bu tempoda el şaklatmaya devam edilecek gibi gözüküyor.

Henüz seyretme fırsatı bulamamış olanlar için filmin orginal sitesi:

http://www.avatarmovie.com/

Filmin müzikleri başlı başına büyüledi beni; James Horner ve Leona Lewis gerçek bir başarıyı imzalamışlar.

(Filmin "I See You" isimli Soundtrack’i gerçekten büyüleyici, dinlemek isteyenler http://fizy.com/s/1b74vv adresinden dinleyebilirler)

Yazının bundan sonraki bölümü filme dair ipuçu içermektedir, detay bilmek istemeyenler lütfen okumaya devam etmesinler

Filmin içine girince sanal ile gerçek arasında sıkışıp kalmış bir adamı seyrediyorsunuz aslında: Jake Sully.

Adam sakat, iki ayağını da yitirmiş bir tekerlekli sandalye mahkumu. Ve en büyük hayali de elbette bacaklarına kavuşabilmek. Sırf bu tedaviyi olabilme şansı kazanabilmek için enerji kaynaklarıyla Dünyalıların gündemine oturmuş olan Pandora isimli bir gezegene gidiyor. Şirket, Avatar olarak adlandırılan bir proje geliştirmiş; gezegen halkı Na’vilerin DNA’sı ile insan DNA’sını birleştirerek ajan görevi üstlenecek bir tür sanal ikiz yaratmakta. Proje gereğince gezegen halkını bölgeden arındırmak üzere yapılan bu ilginç araştırma için gerçek kimliğiyle bütünleşebilecek bir sanalının yaratılmasına izin veriyor Jake.



Sistem şöyle çalışır; Jake bir kabinin içine girip uyku pozisyonu aldığında Na’viler arasına karışacak olan kopyası Avatar hayatına başlar, Avatar uyurken ise Jake kabinden çıkıp normal kimliğine dönmekte ve bu sayede iki ırk arasında tek taraflı bilgi akışı sağlamaktadır.

Fakat Jake’in ayaklarına tekrar kavuşmak için bu çalışmayı bitirmesine neden kalmamıştır çünkü Avatar olduğu zamanlarda tüm bedenini istediği gibi kullanabilmektedir. Üstelik normal bedeninden daha büyük, güçlü ve kabiliyetlidir sahip olduğu yeni beden. Na’vilerin dünyası ise gerçek hayattan daha ilgi çekici ve büyüleyicidir.

Günden güne bu yeni hayata dair kabiliyetleri daha fazla gelişmektedir. Üstelik kabile reisinin yetenekli ve güzel bir savaşçı olan kızıyla duygusal bir ilişki içine girmiş, zaman geçtikçe yaşadığı yeni hayattan daha fazla tatmin olmaya başlamıştır. Yürüyor, koşuyor hatta uçabiliyor bile olduğu bu yeni dünya onu hızla kendisine bağlamaktadır.



Buraya kadar herkesin gözlemlediği film geneline baktık. Şimdi gelelim bu film benim için ne ifade etti, benim dikkatimi çeken altmetin ne üstüne kurulmuştu ve neler düşündürdü kısmına...

Bana Göre...

Ekranda seyrine doyamadığımız bu muhteşem görsel şölenin, aslında günümüz insanı hayatının oldukça anlamlı ve bir o kadar da düşündürücü bir detayı olduğuna dikkat etmek lazım…

Evde eşinden sevgi bulamayan, ailesinden saygı göremeyen, işinde takdir edilemeyen, yeterince kazanamayan, gerektiği kadar sosyal olamayan, kendini istediği gibi ifade etmeyi başaramayan, istediği imkanlara sahip olamamış fakat bütün bunlara sanal ortamlar sayesinde kavuşabilmek şansı bulan, sanal dahi olsa kendisinden bir mucize yaratmaya çabalayan yüz binlerce insanın hayatını seyreder gibi hissettim kendimi filmin her sahnesinde.

Gerçek hayatlarının rutininde bunalmış insanların bir ekran ve birkaç tuş vasıtası ile istedikleri gibi yarattıkları muhteşem “Sanal Kimlikler”e kavuştukları noktaya dokunmuş bu anlamda film. Özellikle de Na'vilerin uzun kabloları andıran saçları ile Pandora'nın diğer fonksiyonlarına bağlandıkları ve onları yönettikleri sahnelerde altı kuvvetle çizilmiş bu temanın.



Günlük çaresizliklerine biraz olsun mola verip o gün için kendi dünyalarını daha çekilir kılıp en azından günü kurtarmak gayretinde olan; kendilerini daha güzel-yakışıklı, akıllı-kabiliyetli, bilgili, sosyal, ilgi çekici, donanımlı, aktif, sevilen ve özel hissedebilmek adına klavye kuşanan, yarattığı Avatarlar ile avunan insanlardan hiçbir farkı yok filmin ana karakteri Jake’in de.

İşte bence tam da bu detay; filmi seyredenlerin kendilerine farkettirmeden yapılan ufak temaslar ile filmin içine çekilmelerine ve uzun soluklu alkışlamalarına sebep yaratan bir çekim gücü oluşturuyor. Çok dışımızda gibi gözükse de aslında belki de tam içimizde yaşanıyor Pandora'nın benzersiz güzelliği ve imkansız mümkünlüğü...

Bizim “klavye karakteri” dediğimiz bu tiplerin, ekran karşısında kendilerini istedikleri şekle sokup durumun gerektirdiği donanımla sahne almaları ve bu sayede milyonlarca kaplan gücünde hissedip, kendilerince tatmin olmalarıyla aynı kapıya çıkıyor gerçek hayatında ayakları bile olmadığını unutup uçabiliyor olduğuna mutlu olan Jake’in durumu.



Avatar olduğu zaman tek gerçek olanın kendi kararları olduğunu göz ardı edip o kadar sahipleniyor ki bu mucizeyi; sanalına sahip çıkmak uğruna büyük bir savaşın tarafı oluveriyor bir anda.

Yanında da birkaç masum insan…



İşte günümüzde hemen hemen tüm insanlığın içinde boğulmak üzere olduğu ikilem…

“Hangi ben?” ve “Hangi Dünya?” ikilemleri…

Hangisi; mükemmel olan mı yoksa gerçek olan mı?

Free Counter