22 Kasım 2013 Cuma

Aşk




Aşkın ömrü 3 yılmış...

Ömür boyu döne dolana arandığımız, uğruna ne saçmalıklara atıldığımız, başkasında görünce dibine kadar kıskandığımız, bazen hatırı için dünyaları yakıp yıktığımız Aşk, topu topu üç yılda jübilesini yapıp, bünyeyi terk ediyormuş.

Geride kalanı; alışkanlık, vefa, endişe ve yalnızlık korkusuymuş...

Sürdürebilmek için, her üç yılda bir tazelemek, rutini değiştirmek, ilişkiyi geliştirmek gerekiyormuş.

Ne için?

3 yıl daha ite kaka gitsin diye...

Yüzünü görmenin bile seni mutlu ettiği, sesini duyduğunda kahkahalar atmak istediğin, kapı çalınca koşarak açmaya gittiğin, sarılınca kollarında ölmek istediğin bir ilişki değilse yaşadığın; nedir ki zaten yaşadığını sandığın ? Böylesi bir beraberliği itsen ne fayda, tazelesen nereye kadar ?

"Aşk acıdır ve acıtır" diyorlar; bir yere kadar ben de varım diyenler arasında. Özlemek mesela, acıdır ve acıtır. Birlikte özlediğini biliyorsan eğer katlanılır... Derdini paylaşırsın, birlikte acır için, eyvallah! Ama seni acıtıp, diğerini ortak etmiyorsa kederine, o zaman durup düşünmek zamanıdır artık. Böylesi duygularla acı çeken insanlar beni hep şaşırtır, çünkü biliyorum ki aşka, birlikte gülmek yakışır...

Bazen duygusuz diyorlar adıma, hiç hak etmediğimi bildiğim halde ama gene de umursamadan diyeceğim lafımı. İki cümle bilirim; can çekişen atları vurmalı ve inceldiği yerden kopmalı...

Kalın hepiniz gerçek AŞK'la...












Görsel alıntıdır...







20 Kasım 2013 Çarşamba

ZamAn



Tarih geçip gidiyor üzerimizden, hem de olanca hızıyla.

Yok hemen "Amannn!" demeyin, sıradan bir "Eyvah yaşlandık" edebiyatı değil yapmak üzere niyetlendiğim şey, sadece farkındayım, yarın artık geri gelmeyecek kıvamında bir serzeniş hedefliyorum içten içe. Gidişat beni ne tarafa yatırır bilmesem de...

Tek taraflı bir akıntının içinde, hızla ileri doğru iteklenirken, ısrarla geriye doğru gitmeye çalışmak nafile bir çabadan başka bir şey değilken... Nedendir hepimizin, aslında bugüne büyük bir karmaşa yaratan, geçmişi tekrar edebilmek telaşı acaba diye düşünüyorum, kendi ettiğim hatayı da bilip, en kalın çuvaldızı kendi payıma saklayarak.

Gelecekteki bilinmezlik mi acaba bu kadar korkutan hepimizi? Ve geçmişin üzerine yapışan 'yaşanmışlık' mı ısıtıyor içimizi, geriye her dönüp baktığımızda sessizce? Ve bundan mı acaba eskiyi yeniye tercih edişimiz aslında her yenilenmek isteyişimizde?

Gördüğüm şu ki; zaman hızlanırken, telaşımız artıyor ve hayata dair özenimizi yitiriyoruz istemesek dahi. Hayata ve hayatımızdakilere dair özenimizi...

Ömrünü bitirip yitip gidenlere hissiyatımızca üzülmeye bile fırsat bulamadan, hızla kaybettiğimiz diğer değerleri izliyor, üstüne yeni bir felaket haberiyle sarsılırken, sonra kendimizi yine yeni bir cenazede buluyoruz son demlerde. Hastalık haberleri, geçmiş olsun telefon ve mesajları, şifa dilekleri karışmış birbirine.

Başlıyor ve bitiyor her yaşanmışlık; biz istemesek, ucuna yapışıp kalsak dahi.

Çocuklar gibi olabilsek, zamanı yolumuza koymadan gönlümüz ileride yaşayabilsek keşke ömür boyu. Telaşsız, sadece o anımıza, yaşamak istediklerimize odaklanıp, yarın kaygısını ilişkilerimize taşımadan, tadını çıkarabilsek elimizi sıkı sıkı tutanların. Bitmeden, yitip gitmeden, geçmişe gömülmeden...

İğneyi size; çuvaldızı kendime...







Görsel alıntıdır...







3 Ekim 2013 Perşembe

Savaş



Bir gün kabul edeceksin, göreceksin sen de ben gibi; hırsınla dans ettiğin her notada bir adım daha atarsın yalnızlığına. Çünkü savaştır o anda yaşadığın, elinde kılıçla tüm sevdalara saldırdığın. İçindeki kaybetme korkusu gün geçtikçe güçlenirken, sen kendi içindeki tilkileri boğacağına göremezsin acınası zayıflığını bir kez daha. Şuursuz ve onursuz bir hamle yaparsın, yokluğunu kabul edip, seni çoktan affedenlere doğru. Saplarsın intikamla bezenmiş kılıcını en çok acıtacağını bildiğin yerlerine, öfken büyür, büyür, büyür ve sığmaz yüreğine. Öyle ya, seni affetmek ne hadlerine!

Kendi başına kalıp, etrafını saran sessizlikle yüzleştiğin anlarda, kalemini kırıp, asarsın hırsını bir başına. Sallanan bedenini seyrederken, kendini affetmek için ağlarsın içini kanata kanata bir lağım çukurunda.

Yaşattıklarına mazeretin yoktur, utancını gizlersin ona maske ettiğin sözde öfkenin hemen ardına.

Ne yazık ki tek bir yüzü yoktur alışılmış ihanetin...
Uyanırsın sen taze bir hırsla, her yeni gün ışıdığında,
Yüreğinde yepyeni bir maske ile koyulursun yine bir savaşa...




Görsel alıntıdır...

21 Eylül 2013 Cumartesi

Deneyin bence...

Reklamı sevmem ama sevdiğim şeyler hakkında konuşmaya da bayılırım, beni bilenler bilirler :)

Bu sene severek sömürdüklerimden bir kaç tanesini kendim için ölümsüzleştireyim istedim, seneye kadar aşkımız sürer mi hiç bilemeden.

 



İlki yaz boyunca günde en az 2 defa kullanmaktan büyük keyif aldığım, kokusuyla ve yumuşaklığıyla beni kendine aşık eden duş jeli, Palmolive Çilek Rüyası :)

Diğer peelingli duş jellerini de keyifle kullandığım marka, bu yaz beni tam on ikiden vurdu.





Diğer tavsiyem; buğday ekmeği. Organik ve tam buğday. İHE tarafından üretilen bu ekmek ekşi maya ile mayalanıyor ve son derece lezzetli. Doğal ve sağlıklı olmasıyla birlikte, tadıyla da sizi mutlu edecek bence. Ve muhtemelen daha ilk denemeden sonra buzdolabınızın vazgeçilmezi olacak. Katkı bulunmadığı için çabuk bozulma riski var, o nedenle ben buzdolabında tutuyorum, gerektikçe çıkarıp, ısıtarak afiyetle mideye indiriyorum :)





Sonuncuyu layıkıyla anlatamayacağım galiba  :)


Eğer yoğun çikolata tadını seviyor, "tatlı ile çok işim yok, gerçek çikolata bitterdir" diyorsanız...  %75 kakaolu organik çikolata Chocolat Stella...











Reklamları izlediniz :))

13 Eylül 2013 Cuma

His



Gözlerimin içine dikip gözlerini, "Ne hissettiğini bilmiyor olman, hiçbir şey hissetmediğini göstermez" dedi arkasına yaslanırken.

Filtresine inmiş olan sigarasından son bir nefes hapsetti içine ve masanın ortasında içi tepeleme izmarit dolmuş olan tablaya bastırdı öylesine. Sönmüş veya sönmemiş olmasına aldırmadan.

Sandalyesini geriye doğru iterken, yavaşça kalktı yerinden. Konuşurum belki diye umarak, kısık gözlerle uzunca baktı yüzüme, uzayan sessizliğime buruk bir tebessüm gönderip, kafa salladı belli belirsiz.

Arkamda kalan kapıya doğru hamle yapıp yanımdan geçerken elini koydu omzuma, sıktı bir an için.

"Gitmiyorum aslında" dedi.

Ve gitti.

Azıcık kelime sarf edip, bolca da susarak, milyonlarca şey konuştuğumuz o günlerden biriydi...







Görsel Jim Jarmusch / Coffee and Cigarettes 'den alınmıştır..

5 Eylül 2013 Perşembe

Yazmak




Dört tarafı camlarla çevrili bir evde yaşıyor olmak gibi bir şey, yazmak/paylaşmak.

Dışarıdan kimin izlediğini hiç bilmeden, hatta izleyen olup olmadığına takılmadan, perdeye veya karanlığa ihtiyaç duymadan, içerideki seni öylece, dosdoğru, yüreğindeki gibi paylaşmak; içinden geldiği gibi kurgusuz ve kaygısız yazmak yani, ne de büyük cesaret.

Hayret...











Görsel alıntıdır...











3 Eylül 2013 Salı

Gece



"Tünelleri seviyorum, umudun sembolleridir onlar. Bir an gelir yeniden aydınlık olur, o sırada gece değilse... "  Amadeu Prado 


İnsanların tüm aydınlıklara atfettiği o kolay kabul edilesi sözde ferahlığı anlamıyorum bazen. Geceye bindirilen onlarca ürkünçlük ve tedirginlik veren sessizlik; çok taraflı ve adaletsiz geliyor bana. Tünelin sonunda, tüm sıcaklığıyla gelenleri karşılayacak güneşe olan hasretin, geceye olan sevgi ve inancı zayıflatıyor olmasındandır belki de...

Ben seviyorum geceleri, tüm karanlık ve yalnızlığıma rağmen.  Gözleriyle değil gönülleriyle gören, fiziksel temasıyla değil duygusuyla dokunmayı bilen, gösterişsiz ve yalın tutkularıyla sevebilenlerin hafifliğiyle aydınlanan karanlıkların göz alıcı sevinciyle yaşamak daha doyurucu geldiği için belki de...

Ben seviyorum geceleri, gündüzü karartan gerçeklere yeğ tuttuğum geceyi parlatan düşlerimle baş başa kalabildiğimden belki de...

Ve ertesi güne dair tüm hayallerimi içinde yaşatabildiğim, aydınlığın kararttığı düşlerimde uçsuz kırlarda koşabildiğim, istediğimce çocuk olabildiğim, dilediğimce sevebildiğim ve suskunluğuma bahane bulmak zorunda olmadığım için belki de...

Ben seviyorum geceleri, karanlığın görmek istemeyenlerden ustaca sakladığı güzelliklerin de aydınlık kadar mutluluk verici olabileceğini bildiğimden belki de...

Her birinin sonunda, gündüzü görmeyi beklemeden kabullenmeli değil mi aslında tünelleri geçmeyi? Yolun sonuna dair umutlarla yaşarken, fark etmeden harcıyoruz hayatın tüm serüvenlerini. Esas karanlık da bu görmek istemeyiş gibi geliyor bana, geriye doğru yaslanıp düşündüğümde.

Yaşamın gece ve gündüzden, umudun düş ve kabullenişten, ömrün başlangıç ve bitişten ibaret olduğunu bilip; suçu zamana yüklemeyenlere olan hayranlık ve özenimdendir geceleri bu kadar sevişim belki de...



&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&



Portekizli bir kadının alnına yazdığı telefon numarası ile hayatı değişen Raimund Gregorius'un, bambaşka hayatlara misafir olduğu ve bu sayede aslında dışarıda gerçekten de nehirlere doğru akan bir hayat olduğunu fark ettiği,  kendi içine dalıp gittiği plansız yolculuğunda misafirim ben de bir süredir.

Bu başkasının macerasında aslında kendi varlığına yolculuğu, 397 sayfayla anlatırken satırlarını okuyucusuna keyifli bir dost haline getiren yazar Pascal Mercier; "Lizbon'a Gece Treni" isimli kitabına seçtiği giriş cümlesinde Jorge Manrique kelimeleriyle şöyle sesleniyor ;

                                            Nuestras vidas son los rios
                                              que van a dar en la mar,
                                                   qu'es el morir

~ ~ ~  Birer nehirdir hayatlarımız adına ölüm denen o denize doğru akan...  ~ ~ ~  











Görsel alıntıdır...









27 Ağustos 2013 Salı

Antonyo



Haziran ayının başında demir attığımız yazlık evin, öğle sıcağında bile insanı mutlu eden serin balkonundayım şu anda. Etrafımda huzur dolu bir sessizlik; iki aydır cır cır cııır cırlayan Ağustos Böcekleri bile susup, kışın yiyeceği lokma için karıncanın peşine düşmüş vaziyette bu günlerde.

Ben içimde hem özlem büyüyor, hem de tatilin bitmesine dair "ne çabuk geçti koca yaz" hüzünleriyle birlikte yasemin kokulu bahçemin yaz sonu hallerini seyrediyorum doya doya. İçimde biriktireceğim öyle çok güzellik var ki günümde, bütün gün izlesem yetmiyor. Aşkla karışık bir bağlanma/kopamama hali mevcut.

Bir de hayatımın şehrini, güzeller güzeli sevgilim İstanbul'u, Ege'nin otu, böceğiyle aldatmanın bir tuhaf utancı var tabii bir yerlerde. Hiç hesapsız bir yaz aşkında, sarıp sarmaladı beni hayatın her rengiyle Kuşadası, her sene tekrardan olduğu gibi.

Tatil olur olmaz koşarak geldiğimiz evi kapatıp dönemiyoruz bir türlü. Tarhındaki çileklerim, dalındaki bostan patlıcanlarım, kapının önünde beslediğim komik kedi yavrum, ön bahçedeki Begonvilim, turuncu yeşil balkonum... Öylece bırakıp gidemeyeceğim bir çok sevgilim var burada. İçime sindiremiyorum arkamı dönüp gitmeyi...

Etrafta anlatılan harala gürele tatil maceraları da yok burada. Sitemiz 40 yıllık, şu anda hala hayatta olan ilk sakinleri de benim bütün çocukluk anılarımı hatırlıyor üstelik... Büyüdüğümüz, ilk gençlik ve deli ergenlik çağlarımızı dibine kadar yaşadığımız kumsalda, biz yaz dostları, büyüklerimizle birlikte çocuklarımızı yüzdürüyoruz artık :)

Büyük bir yeşilliğin içinde, 40 yaşındaki çam ağaçlarıyla gölgelenmiş bahçemizde, sessiz ve huzur dolu günler geçiriyoruz lafın kısası.

Hanım hanıma üstelik  :) 

Son 3-4 yıldır sitemizin beyleri giderek azaldı, gençler bu yaşlı ve sessiz ortamı fazla yavaş bulduğu için uzaklaşırken yaşlılar hayata daha fazla tutunamayarak dünya değiştirdiler maalesef. Her sene en az 3-4 kişinin artık aramızda olmadığı haberiyle üzülürken, kalan komşularımızla sabah kahveleri, akşam sohbetleri, beş çayları peşindeyiz gene de.

Sürekli kadın kadına gezmekten mi bilemiyorum, son günlerde kendimi iyice melankolik hissetmeye başladım. Ortam da öyle romantik ki, insan ister istemez hisleniyor kardeşim :) 

Gece kumsalda şarap eşliğinde güneş batırma muhabbetleri, sabah sefaları, balkondan balkona laf atmalar, uçsuz bucaksız kumsal yürüyüşleri, etraf yeşil, hava oksijen dolu, ay bir yandan parlıyor, güneş bir yanda ısıtıyor, kuşlar, kelebekler derken insan ister istemez elini tutan bir el arıyor ve sırf kadınlarla dolu bir cennet bile yetmiyor insana sanırım ortam böyle olunca.

Bir arkadaşım, ilk sevgilisi ile flört ediyor tekrar. Her ikisi de ilk gençlik yıllarında başkalarıyla evlenip ayrılmışlar. Birer çocukları var, yıllar içinde birbirlerini özledikleri de çok belli. Beyaz dizi izler gibi izliyoruz valla, her an online takipteyiz. Facebook olmazsa WhatsApp, o da olmazsa mesajlarla ne olmuş, ne demiş, ne düşünüyormuş, neredelermiş bire bir yaşıyoruz, boşluktan tabii. Oğlum bile olan biteni takip ediyor, nefes almadan dinliyor; şaka gibi  :))  

İşte böyle bir ruhsal yoksunluk içindeyken, geçen akşam, tam da saat yedi sularında gene kumsala indik. Gökyüzü kıpkırmızı, şarap buz gibi, kumsal pek romantik, biz bir sürü kadınken ve hafiften alaca karanlık durumu mevcutken; kumsalda koşu yapan ve bize doğru gelen bir adam fark ettim. Üstünde bir mayo, hepsi o. Saçlar ıslak, hafiften dalgalı ve uzun. İyice bronzlaşmış, belli ki yazın nimetlerinden bol bol faydalanmış. E bakılmayacak gibi de değil üstelik  :)

2 aydır ilk defa gördüğüm bu tabloyu izlerken öte yandan da sağımdakini solumdakini dürterken buldum kendimi.

Baktım boş boş yüzüme bakıyorlar; "Antonyo" deyiverdim bir anda. "Ne Antonyo'su?" dedi solumdaki arkadaşım tuhaf tuhaf bakarak. "Banderas yahu" dedim," aynı o"  :)

Kumsalda gözden kaybolana kadar izledim güneşin batışını ve Antonyomun koşusunu. Şarap ve müzik eşliğinde, dalga sesleriyle. Derken sohbete daldık, keyifler tavanda, ortam şahaneyken  solumdaki beni dürttü. Döndüm baktım yüzüne; çenesiyle ileriyi işaret etti "bak" dercesine. Baktım, bir şey yok. "Ne oldu?" dedim, güldü. "Antonyo" dedi. Tekrar bakınca gördüm benim Antonyo'yu. Başladık gülmeye, bir on dakika kadar da sürdü ne yalan söyliyim. Bir saat önce gördüğüm ile bir saat sonra gördüğüm arasındaki farka hala da gülüyorum, aklıma geldikçe.

İnsanı neredeyse gördüğü bir çiçeğe bile aşık eden bu büyülü coğrafyada, hanım hanıma yaşamak hem eğlenceli hem de biraz eksik geliyor insana, üstelik aşk bu kadar da yakışırken yaza...





25 Ağustos 2013 Pazar

İçsel Durum






Uçsuz bucaksız bir maviye dalıp giderken sessizce seni dinliyorum...

Enrico Macias... "Adieu Mon Pays"





Vakti geldiğinde yola düşmek gerektiğini kalbime kazıya kazıya...




21 Ağustos 2013 Çarşamba

Şafak


 

Hiç sebepsiz ve telaşsız adımlarla, denizin büyük bir özlemle kumsala kavuştuğu o köpük köpük sınırda yürümek, sessizce.

Sonsuzluğuna şahitlik ettiğin bu sevdalı kucaklaşmaya layık olduğu saygıyı gösterip, dualarına tüm kavuşmak isteyenleri eklemek belki de bir akşam şafağında.

Sonra gene sessiz bir kahkaha eşliğinde, minik ve haylaz parmaklarıyla tabanlarını gıdıklayan hafif serin suya, neşeli bir karşılık vermek, ayağının ucuyla...

Rüzgarın aslında çok da cılız olan, ancak "ben de buradayım" diyen belli belirtisiz kıpırtısıyla bütün yüzüne dağılan saçlarını atmak geriye ve öylece duruvermek birden bire hayatın tam kıyısında.

İyot kokusu ve özlemden nemlenmişken gözlerin, gökyüzü turuncu bir şal gibi sarmışken omuzlarını, neyin sevinci ve neyin hüznü içine böylesine işlemiş hiç bilemezken, öylesine uzaklaşmak belki de tüm nedenler ve niçinlerden.

Yürümek; sessizce, kızıl bir akşam şafağında...









 



27 Temmuz 2013 Cumartesi

İyi ki doğdummm benn



Doğum günümü en içten dileklerimle kutluyor, kendime tüm kalbimle sağlık, huzur, mutluluk, aşk, para, zaman, sevgi, başarı diliyorum.


Bol bol tabii  :)

Bu vesileyle; bundan 42 sene önce babamla sevişerek hamile kalan, karnındaki benimle hiç utanmadan sokaklarda gezen, beni doğuran ve sevgiyle büyüten anneme teşekkürü bir borç bilirim.


Bu saatten sonra kim tutar beni :)))))






17 Temmuz 2013 Çarşamba

Yaz Yağmuru



Ani, anlamsız, zamansız, yoğun, şaşırtıcı ve kısacık olur bazen aşk; tıpkı çok sıcak dediğin anda tepene inen yaz yağmuru gibi.

İşte tam da bu nedenle, başının üstünde sevda bulutlarının kıpraştığını hissettiğin an, hiç vakit kaybetme yüreğini sıkan sorularla.

Soyun damlalara ve ıslan altında, doya doya...




12 Temmuz 2013 Cuma

Renk



Yapmak istediklerinle, yapmak üzere oldukların aynı şeyler değilse eğer; bana "mutluluğundan" hiç bahsetme.

Kendini kandır sadece!

Kendi renklerinle, dilediğince boyayabiliyor musun dünyanı?

Evet mi?

Senden mutlusu yok öyleyse...

Nerede olduğun, ne yaptığın, ne yaşadığın değil ki mesele.

Dilediğince yaşayabilmen; inan bana, işte en büyük mucize...








Dilediğince yaşayabilmek şansı sadece kendi ellerinde olan dostlara...










24 Mayıs 2013 Cuma

Yola devam...


Bu ülkede bir kadını testere ile parçalayabilirsiniz.

Bir genç kızı, amca oğlu tarafından zor kullanarak bekareti bozuldu diye boğup, derin bir çukura gömebilirsiniz.

Bu ülkede, henüz 14 yaşında bir kız çocuğuna defalarca tacizde bulunabilir, sonra da ortaya çıkıp beni kendi tahrik etti diyebilir ve hatta etrafınıza sizi alkışlayan bir sürü yandaş toplayabilirsiniz.

Bu ülkede 13 yaşındaki bir kıza istediğiniz gibi tecavüz edebilirsiniz... Hatta başkalarını da buna teşvik edip, bundan zevk alabilirsiniz.

Bu ülkede daha 10 yaşında bir kız çocuğunu 50 yaşında bir adamın koynuna kadın diye sokabilir, aldığınız tepkilere de "Peygamber efendi evlendiğinde karısı Ayşe de 9 yaşındaydı" diye yanıt verip, pişkin pişkin sırıtabilirsiniz.

Ama bu ülkede gece 22:00 ile sabah 06:00 arası perakende alkol alışverişi yapamazsınız...

Biz buna ileri demokrasi diyoruz.

Durmak yok, yola devam...



12 Mayıs 2013 Pazar

Bir Erkek Bir Kadın



Bu iki insan evladı beni hem eğlendiriyor, hem de aydınlatıyor ne yalan söyliyim. Zeynep'in o takıntılı kadın halleri çok tanıdık tabii :) Ozan salağının durumu da hiç uzakta değil hani yani :))

Yeni sezonu ve yeni kanalında artık "1 Erkek 1 Kadın" adıyla yayınlanan bu diziyi kaçırmıyor, kaçırırsam da mutlaka kayıtlarından takip ediyorum. Çok doğal, çok basit ve çok bilindik olduğu halde bu kadar saran başka bir sitcom izlemedim diye anımsıyorum.

Oyuncular Demet Evgar ve Emre Karayel çok başarılı, çok doğallar. İkisinin hiç senaryosuz boş boş ekrana bakıp, sadece mimik yaptıkları bir çekim bile iş yapar bence ki belki ben bilmesem de yapılmıştır o çekim bile :)

+18 bu arada, hatırlatmazsam olmaz ;)

Kısacası seviyorum ulennn!!

 

Dizinin web sitesi burada,

Detaylı bilgi isteyenler bir tıklayıversin diye adresi de verdikten sonra herkese keyifli bir çarşamba dileyerek huzurlarınızdan ayrılabilirim.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Geliyoooorrr...

 
Haftasonum muhteşem keyifli bir kampla geçti.
 
Yedik, içtik, yürüdük, çamura bulandık, kahkahalar attık, üşüdük, yıldızların altında sabahladık...
 
Hayat enerjimi yedekledim, şehrin telaşıyla tekrar yüzleşmeye biraz daha güçlü döndüm.
 
Ve gördüm ki hasretle beklediğimiz o masum ve naif bahar, dağların koynunda çoktan büyümüş de hayata tutunmuş bile.
 
İnsanın doğada mutlu, huzurlu ve rahat olması, kendi doğallığıyla barışık olması ve hayatını böyle yaşayan dostlarla paylaşabilmesi gibi güzel şey yok.
 
Huzur bunun adı.
 
Rahat olun, az kaldı. Bahar ufak ufak şehre de geliyor. Üstümde dolanan pozitif motivasyonumun,  sıkıcı kış aylarından bunaldığını bildiğim herkese bulaşması dileğiyle,
 
Öperim :)
 
 
 
 



28 Mart 2013 Perşembe

Yazasım yok



Siyasileşmemeye çalıştığım için yazamadığım günlerdeyim.

Yazacak, bağırıp çağıracak tonla şey varken memlekette, hepsini bırakıp çiçek, böcek anlatmak komik geliyor bana. O yüzden çiçekten de uzaklaştım, böcekten de.

Aşk yazsan, biliyorsun ki o da yalan.

Sevgi... Kalmadı ki...

Yavruyla ilgili yazsan olmuyor, "özelimi deşifre etme" diye dikiliyor artık tepeme.

Anlatacak, tartışacak, hissedecek halim yok pek bu aralar. Bahar ağır ağır geliyor, içim fena üşüyor.

Sağda solda olup biten, insana dair anlatılacakların hepsi de anlatıldı zaten.

Öfke; paylaştıkca büyüyor bende, onu da hapsettim o yüzden kendi içime.

Haftasonu kaçamağım var, dağlara doğru. Belki yalnızlık, karanlık ve alkol iyi gelir öfkeme, yorgunluğuma ve huzursuzluğuma.

Nisanda görüşmek üzere.....











7 Mart 2013 Perşembe

Hayal



Kış yavaş yavaş yerini bahara bırakırken, benim içimde bir yerlerde, kendi gerçeğinden çok uzağa düşmüş bir sonbahar hüznü var hala. Sinmiş bir köşeye, ağrıyan yüreğine gömmüş bütün yüzünü, sessizce bekliyor.

Dile getirilmemiş hayal kırıklıkları, cevaplanmamış sorular, çözülmemiş sorunlar, yarım bırakılmış yarınlar... Bildiğin hüsranlar yani hepsi, yeni bir şey yok...

İçimde sınırsızca güvenebilmek arzusu; sorgulamadan, tedirgin olmadan. En büyük açlığım belki de bu, bu mevsimde. Kendimi birinin kontrolüne bırakıp, onun rüzgarında, yarını, dünü, kendimi, kısacası hiçbir şeyi düşünmeksizin, en sorumsuzundan bir tüy gibi uçup gitmek; hiç bilmediğim, hayalini bile kurmadığım, benim olmayan ve hatta benim olmadığım bir yerlere.

Uzun bir yol var düşlerimde ve ben sürekli aynı hayali düşlüyorum son günlerde.

Bir araba görüyorum. Ama ne renk, kimin, nereden gelmiş, nereye gider bilmiyorum. Sağ koltuktayım. Arkaya yatırmışım koltuğu, uzanmışım boylu boyunca. Ayaklarımı da uzatmışım hatta, torpido gözünün hemen üstüne doğru. İki elim başımın altında, gözlerim sımsıkı kapalı. Sürekli müzik var. İçim dolup taşıyor her bir notada. Camdan içeri giren güneş, yüzümü ısıtıyor, çok yakmadan. Sanki papatyalarla dolu bir çayırda yere yatmışım da zaman o saniye durmuş, havada asılı kalmışım gibi.

Arabayı kim kullanıyor, nereye gidiyoruz, hangi zamandayız bilmiyorum. O kadar gevşemişim ki hayatımda böyle dinlendiğimi hatırlamıyorum. Sanki bütün acabalarımdan sıyrılmış, tarihleri, planları, yapmam gerekenleri, olmam gereken insanı bir kenara bırakıp sadece ruhumla yürüyüp gitmişim gibi hafif hissediyorum.

Direksiyondaki kim gerçekten bilmiyorum. Ama içimdeki huzur öyle büyük ki ömrümü, vicdanına emanet ettiğim biri olduğunu kuvvetle hissediyorum.

Ve sabahtan beri düşünüyorum; yola bakmadan, ona bakmadan, nereye bilmeden, beni nereye götürdüğünü sorgulamadan tereddütsüz güvenebileceğim...

Ve benden tek beklentisi yanında olmam olan...

Kim var ki hayatımda?






Görsel alıntıdır...


21 Ocak 2013 Pazartesi

Pencere


Pencereleri başka da olsa, aynı manzarayı seyreden insanlar var, biliyorum.

Bazen birinin gördüğünü, diğerinin de görmek isteğiyle belki. Veya aynı ortak geçmişten gelmekle ilgili belki. Belki de hiçbiri değil, tamamen tesadüf.

Tesadüflerin hayatlarımızda ne büyük bir yeri olduğunu düşünüyorum da bazen... Aklım almıyor, ihtimallerin ömrümüzdeki dinamiğini.

İşte böyle belki de sonsuz sayıda tesadüfün bana getirdiği anlar takılıp kalıyor aklıma. Kimisi heyecan, kimisi gerginlik, kimisi sevinç, kimisi öfke. Kişilerle, yaşananlarla, bazen de yaşanmamışlarla dolu bir sürü an.

Birisi var mesela, aynı manzaraya bakıp, aynı havayı soluyoruz her zaman. Tuhaf ama beni en mutlu hissettirecek isimlerden biriyken aslında, pencerelerimiz her daim ortak bakışla açılırken, bana hissettirdiği mutluluk ve güven olmuyor hiç. Varlığıyla birlikte geriliyorum ben. Birlikteyken içime dönüp baktığımda bulduğum en büyük duygu endişe ve anlamsız bir tedirginlik hali oluyor.

Ben değilim gibi sanki. Kendime tahammülüm olmuyor, bazen dişlerimi sıkmış olduğumu hissediyorum.

Doğal olarak ondan kaçıyorum tabii. Sonra olay büyüyor, kaçtığım anlaşılıyor. Nedenini anlatmak öyle zor ki...

Gel de anlat, iki satır boşluğunda.

Anlatamayınca, sebepsiz bir kapris gibi gözüküyor. Anlatsan, biliyorsun ki anlaşılamaz; anlatmazsan da tenezzül etmez gözüküyorsun hepsinin sonunda.

Kendini anlamak, sonra anladığını başkasına açmak, hissettiklerini anlatmak, duygunu paylaşmak böyle yorucu ve zor değildi sanki gençken. Bir düşünüp bin yaşadığım yaşlarımı özledim belki, gardını almış yaşamak ağrıma gidiyor hanidir.

İşin özeti; kafam karışık. İçim bulanık, halim de az şekerli bu hafta başında.

Hayırdır inşallah :)






Görsel alıntıdır...

15 Ocak 2013 Salı

Hüzün

"Nasıl enerjik, nasıl keyifli bir son 10 gün geçirdim" diye mırıl mırıl yalanırken, hüzünlü yürekleri olan bir kaç dosta misafir oldum, tadım kaçtı şimdi...

Hüzünlerini görmek değil,
Mutluluğuma şahit etmiş olmak da değil,
Ama hüzünlerine eşlik edememiş olmak incitti beni.

Birlikte gülmek çok kolay, gezmek de öyle. Yemek, içmek, dağıtmak da.
Ama ya hüzünlenmek öyle mi?
Değil. O zor olan.
Ve kolay olmadığı için de hep eksik kalıyor insan yüreği bir yerlerde.

Ben biliyorum,
Sessizlik iyi gelir insana. Ama susmak istediğinde.
Eğer konuşmak istiyorsa, "konuşacak birisi" olmam lazım dostlara, kim olduğum bile önemli olmadan. Çünkü, içinde büyüyen çığlıklar kör eder duyguları. Göremezsin sonra bir daha neşeyi, sevinci, umudu, sevgiyi. Kör kalmasın dostlar diye gerekiyorsa duvar olmak gerek, ben bunu böyle biliyorum ve içimden geldiği gibi yaşamayı seviyorum.

Bazen birilerinin, sırf sizin için, güzel bir şeyler yapmasını istemez misiniz? Hani şöyle durduk yere, sebep ve sonuç beklemeden, pat diye. Ben isterim. Başıma geldiğinde de gölgelenir tüm hüzünlerim, daha hızlı ve istekle çarpar yüreğim.

İşte bu yüzden; elini tuttuğum, yüzüne baktığım, duygusuna dokunduğum birine kıymet vermişsem eğer, birlikte gülmek kadar birlikte düşünmek, üzülmek, hüzünlenmek de sebepsiz gelmez bana. Hem illaki bir sebebe ihtiyacı olan kim ki zaten...

Herkes için daha güzel yarınlara,


 




10 Ocak 2013 Perşembe

Vazgeçemediklerim

Alışkanlık, şımarıklık, takıntı ve her neyse! Bazı şeylerden vazgeçemiyorum, yokluklarında da bildiğin mutsuz oluyorum, iyi mi  :)  

Nereden çıktı şimdi bu konu değil mi? Yola çıkmak için çanta hazırlıyorum ve "orada ne lazım" diye düşüneceğime "ne götürmek istiyorum" ekseninde dolanıp durduğum için bir türlü sığışamıyorum.

Büyüdükçe, yoklukta da mutlu hissetmeyi öğretebildim ruhuma ancak varlıklarıyla ömrümü tamamlayanları biraz düşündüm de... İşte tutsaklıklarımın bir kısmı bu listede;

. Özellikle kış aylarında kuruma ve çatlamalara karşı Dudak kremim... (Blistex )

. Kahve... (Nescafe Gold veya Tchibo Exclusive Decaf veya Starbucks Cappuccino NF )

. Yastığım... ( Visco )

. Fotoğraf Makinem... ( Samsung )

. Çilekli veya Ahududulu Diş Macunum... ( Colgate veya R.O.C.S. )

. Adaçayı... Markası yok, dallı olsun yeter :)

. Yakın gözlüğüm... ( Yaş malum, ne ara daha iyi görmek isteyeceğim belli olmuyor :)  )

. Botlarım... ( Yaz - kış yanımdalar, millet el kadar babetler taşır, ben koca botları taşıyorum yedeğimde )

. Ledli minik aynam... ( Gece ışıksız bir ortamdaykende kendimi görmek isteyebiliyorum arasıra)

. Not defterim & Cep Sudoku & Çalıntı İkea kalemlerim... ( hepsi minnacık ama feci işe yarıyorlar :)  )

. Çikolata... ( Küçük bir parça da olsa yeter, artık Bitter... )

. Saç tokası veya mandalı... ( Saat başı kaybettiğim için üç-beş tane! )

. Güneş Gözlüğüm... ( Yerine göre tabii )

. Parfüm... ( Jean Paul Gaultier Classic veya Poison Classic veya Ange ou Demon veya Love Chole )


Daha uzar da uzar aslında bu liste. Görecek gözlere arsız gözükmemek için şimdilik bu kadar yeter :))







9 Ocak 2013 Çarşamba

Sebep Yaratan Sonuçlar


Birileri, bize bir şeyler anlatır, dinleriz. İnanıp, öyle sanırız.
Başka birileri, bize bir şeyler anlatır, dinleriz. İnanmaz, inanmış gibi yaparız.
Daha da başka birileri, bize bir şeyler anlatır, dinleriz. "İnanmıyorum!" der, döner gideriz.
Çok daha başka birileri, bize bir şeyler anlatır, dinlemeyiz, döner gideriz.

İnanmak istediğimize, inanmamamız için öne sürülen hiç bir bahaneyi kabul etmezken, aslında gerçeğin ta kendisini inkar etmek de bu kadar kolaydır işte!

Aynısını başka birileri de bize yapar. Dinlerler, inanırlar, inanmazlar, dinlemezler, giderler, kalırlar.

Bu olan biten bizi, kırar, yaralar, incitir veya mutlu eder, gülümsetir, güven verir. Olmasını istediğimiz şeyler için sarfettiğimiz çaba, sadece kendi bencilliğimizin becerisidir. Ve bütün bunları değiştirmek için yaptığımız her şey anlamsızdır, çünkü sonuç; daha en başından karşımızdakinin kararıyla belirlenmiş bir sürecin sonucudur sadece. Bizi de o çabalama halimiz yorar, yaralar, incitir zaten. Olan bitenle ilgili tüm hissedeceklerimiz, başarmak veya başaramamak ekseninde sabitlenmiştir, istediğimiz noktaya gelebilmek mutlu, gelememek mutsuz edecektir, hepsi bu.

Herkes gerçekten ikinci bir şansı hak eder mi peki bu durumda?

Hiç  s a n m ı y o r u m...







Free Counter