28 Ekim 2009 Çarşamba
Her şeye rağmen İnat ile!
Kurtuluş Savaşı'nın bittiği andan itibaren yeni bir savaşa adım atan Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1922 'de saltanatı kaldırarak Türkiye'nin çağdaşlaşma savaşını başlatmıştır.
29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in İlanı ile temeli "insan haklarına" dayanan "Ulusal ve Laik Devlet" mucizesi de gerçekleştirilmiştir.
Bugün bunun anlamını yargılayıp, "kişisel özgürlüğünüz" diye kandırılarak günden güne daha geri dönülmez şekilde ideoloji militanlarına döndürülen ülkemiz insanlarına üzüntüyle bakıp "Nasıl oldu bu?" diye soruşlarımız altında yatan temel neden de bizim zoru yıllar önce başarmış bir devlet, bir millet, bir bütün olmuş olmamız değil mi zaten?
Kafamız daha da karıştırılmışken bir arada yürüyebildiğimiz o günlerin anısına saygı duyup özümüzü muhafaza edebilseydik ve elbette geçmişimizdeki başarıyı gelecekteki garantimiz haline getiren "Atatürk İlke ve İnkılapları"na sahip çıkabilseydik bu gün kendi içimizdeki bu samimiyetsizlik ve bölünmüşlük duygusunu çocuklarımıza da miras bırakmayacaktık malesef.
Her şeye rağmen inat ile izindeyim Ata'm...
Ne Mutlu Türk'üm diyene!
26 Ekim 2009 Pazartesi
Lütfen ISIR beni, lütfen...
Geçen gün bir arkadaşım bana "kadınlar gerçekten en çok ne isterler ki?" diye sordu. Fizik mi? Duygu mu? Bağlılık mı? Para mı? Sıraladığı seçenekler düşündürdü beni; gerçekten neydi bizi mutlu edecek formül diye biraz kurcaladım olayı. Son 20 yıl içinde en iyi satan erkeklere bir göz attım ve aşağıdaki durum çıktı ortaya...
Çocukluğuma giderek başladım işe tabii ki :) Ne tuhaftır ki çocukluk yıllarımda "Erkek" dendiği zaman ilk aklıma gelen erkek Vincent oluyordu
Kadınların erkeklere dair tüm bilinmeyenleri çözdükten sonra “Aaa bu kadar mıydı macera?” diye şaşırıp hayatın anlamı bu olmamalıydı diye dövündükleri günlerin başlarındaydı sanırım ekranlarda boy göstermeye başladı benim yakışıklı Vincent’im.
Güzel ve Çirkin ile birlikte karanlıkta bütün kediler gridir edebiyatı ivme kazanmaya başlamıştı ( aslında Quasimodo bu anlamda ilk altı beslenen çirkin olsa bile kadınların çoğu “Yok be güzelim, çirkinin de bir katlanılabiliri vardır” dercesine pek de üstüne oynamamışlardır )
Vincent ve benzeri adamların sosyal statüye zarar verecek düzeydeki yalnızlıklarından bunalan kadınlar için daha sosyal erkekler ihtiyaç haline gelmeye başladı bu dönemden hemen sonra.
Romantik yazarlar hemen kalemleri kuşanıp kadının istediği Mükemmel erkek tipini yaratmaya soyunmuş ama bu sırada yarattıkları erkeklere yükledikleri sorumlulukları biraz abartmışlardı.
Ve neticede erkek kısmısı bu role daha fazla dayanamayacağını fark edip “ Yeter ya, ben de etten kemikten yaratılmış bir zavallıyım, benden bu kadarını beklemeyin artık” çığlıkları atarak sahneyi terk etmişti ne yazık ki. Çünkü romantik yazar baktığı tüm erkekleri güzel gözlü, güzel sesli, güzel vücutlu, güzel öpüşlü, mükemmel yaratacak kadar kördü.
Ve bu durum; boylu, poslu, kaslı, yakışıklı, gürül gürül sesli adamın yerini Mr. Muscle Erkeği'nin almasına kadar da uzandı...
Mr. Muscle erkeği daha sıcak, daha doğal, daha anlayışlı, daha el altında, daha kolaydı ve kadınlar bunları “Ruhu güzel adam” kriterlerinin baş etkenlerinden saydığı için bir anda ortalık kadın kişiliği altında eriyebilen sığıntı kimliğine bürünmüş Erkekcik’lere kalıverdi. Bu erkeklerle eğlenmek kolaydı, çünkü ortaya malzeme olarak kendilerini bile koyabiliyorlardı. Bu erkeklerle hayat kolaydı çünkü sen emret onlar yerine getiriyorlardı. İki güzel söz duymak iste binlercesini ardı ardına sıralayabiliyorlardı.
Bir süre sonra bu da sıkıverdi. Şahsiyetsiz gelmeye başladı bu erkekler çünkü nihayet hayata dahil olup sahneden rakiplerini indirebilmiş saymaya başlamışlardı kendilerini. Kadınlanmış olmaları ile birlikte kendilerini bir şey zannedip, kapasitesizliklerinden sıyrıldıklarını sanıp gördükleri her dişiye atlar hale gelmiş yani fazlasıyla hafifmeşrepleşmişlerdi onlar da.
Ruhları da çirkinleşince katlanılacak yerleri de kalmadı doğal olarak.
Yok, kadının istediği bu da değildi ne yazık ki.
Zamanla araya Şehirli Erkek, Western Erkek, Sporcu Erkek, Maceraperest Erkek gibi birçok tür atıldı; pek çoğu gel geç oldu tabii.
Gene düşünülmeye başlandı… Nasıl olmalı, ne olmalı diye. Romantizme konu olabilecek tüm kaynaklar tüketilmiş, erkeğin de altı üstü birey olduğu, zaafları ve korkuları olduğu, mükemmel olamayacağı deşifre edilmişti. Bir idol lazımdı hemen.
Derken ortaya soyu Drakula’ya kadar uzanan “güzel ısıran adamlar” fikri atıldı. Ve çok satmaya başladı tabii.
Bu sefer romantizmin doruğu yakalanmış, Kadın – Erkek ilişkisini gizemi tekrar yaratılmıştı. Yılların yıpratamadığı ve laneti üzerlerinde taşımaktan ezilmeyen bilakis yalnızlığı seçerek aslında kadere bu şekilde meydan okuyabilen güçlü erkeklerdi bunlar. İçlerindeki hayvanla mücadele edip gerekirse taptıkları kadın uğruna kendi kendilerini yok etmeyi seçebilecek kadar asalet yüklendi onların da boynuna. Sevdiklerini canı pahasına koruyacak, düşmanlarına hiç acımayacak, aşk uğruna kendi özüyle mücadele edebilecek kadar güçlü ve aşık olabilecek, hiç ölmeyecek ve üstelik sabaha kadar uyanık kalabilecek :)) hepsinin üstüne de birkaç sivri dişin dışında oldukça yakışıklı erkeklerdi bunlar.
Gün onların günüydü. Kadınların pek çoğu istediğini bulmuştu nihayet.
Reytingi yüksek dizilerin, yok satan kitapların güzel ısıran adamları yerleşti günümüz kadınının yüreğine.
Ve pek çoğunun düşünde aynı cümle: Lütfen ısır beni…
Çocukluğuma giderek başladım işe tabii ki :) Ne tuhaftır ki çocukluk yıllarımda "Erkek" dendiği zaman ilk aklıma gelen erkek Vincent oluyordu
Kadınların erkeklere dair tüm bilinmeyenleri çözdükten sonra “Aaa bu kadar mıydı macera?” diye şaşırıp hayatın anlamı bu olmamalıydı diye dövündükleri günlerin başlarındaydı sanırım ekranlarda boy göstermeye başladı benim yakışıklı Vincent’im.
Güzel ve Çirkin ile birlikte karanlıkta bütün kediler gridir edebiyatı ivme kazanmaya başlamıştı ( aslında Quasimodo bu anlamda ilk altı beslenen çirkin olsa bile kadınların çoğu “Yok be güzelim, çirkinin de bir katlanılabiliri vardır” dercesine pek de üstüne oynamamışlardır )
Vincent ve benzeri adamların sosyal statüye zarar verecek düzeydeki yalnızlıklarından bunalan kadınlar için daha sosyal erkekler ihtiyaç haline gelmeye başladı bu dönemden hemen sonra.
Romantik yazarlar hemen kalemleri kuşanıp kadının istediği Mükemmel erkek tipini yaratmaya soyunmuş ama bu sırada yarattıkları erkeklere yükledikleri sorumlulukları biraz abartmışlardı.
Ve neticede erkek kısmısı bu role daha fazla dayanamayacağını fark edip “ Yeter ya, ben de etten kemikten yaratılmış bir zavallıyım, benden bu kadarını beklemeyin artık” çığlıkları atarak sahneyi terk etmişti ne yazık ki. Çünkü romantik yazar baktığı tüm erkekleri güzel gözlü, güzel sesli, güzel vücutlu, güzel öpüşlü, mükemmel yaratacak kadar kördü.
Ve bu durum; boylu, poslu, kaslı, yakışıklı, gürül gürül sesli adamın yerini Mr. Muscle Erkeği'nin almasına kadar da uzandı...
Mr. Muscle erkeği daha sıcak, daha doğal, daha anlayışlı, daha el altında, daha kolaydı ve kadınlar bunları “Ruhu güzel adam” kriterlerinin baş etkenlerinden saydığı için bir anda ortalık kadın kişiliği altında eriyebilen sığıntı kimliğine bürünmüş Erkekcik’lere kalıverdi. Bu erkeklerle eğlenmek kolaydı, çünkü ortaya malzeme olarak kendilerini bile koyabiliyorlardı. Bu erkeklerle hayat kolaydı çünkü sen emret onlar yerine getiriyorlardı. İki güzel söz duymak iste binlercesini ardı ardına sıralayabiliyorlardı.
Bir süre sonra bu da sıkıverdi. Şahsiyetsiz gelmeye başladı bu erkekler çünkü nihayet hayata dahil olup sahneden rakiplerini indirebilmiş saymaya başlamışlardı kendilerini. Kadınlanmış olmaları ile birlikte kendilerini bir şey zannedip, kapasitesizliklerinden sıyrıldıklarını sanıp gördükleri her dişiye atlar hale gelmiş yani fazlasıyla hafifmeşrepleşmişlerdi onlar da.
Ruhları da çirkinleşince katlanılacak yerleri de kalmadı doğal olarak.
Yok, kadının istediği bu da değildi ne yazık ki.
Zamanla araya Şehirli Erkek, Western Erkek, Sporcu Erkek, Maceraperest Erkek gibi birçok tür atıldı; pek çoğu gel geç oldu tabii.
Gene düşünülmeye başlandı… Nasıl olmalı, ne olmalı diye. Romantizme konu olabilecek tüm kaynaklar tüketilmiş, erkeğin de altı üstü birey olduğu, zaafları ve korkuları olduğu, mükemmel olamayacağı deşifre edilmişti. Bir idol lazımdı hemen.
Derken ortaya soyu Drakula’ya kadar uzanan “güzel ısıran adamlar” fikri atıldı. Ve çok satmaya başladı tabii.
Bu sefer romantizmin doruğu yakalanmış, Kadın – Erkek ilişkisini gizemi tekrar yaratılmıştı. Yılların yıpratamadığı ve laneti üzerlerinde taşımaktan ezilmeyen bilakis yalnızlığı seçerek aslında kadere bu şekilde meydan okuyabilen güçlü erkeklerdi bunlar. İçlerindeki hayvanla mücadele edip gerekirse taptıkları kadın uğruna kendi kendilerini yok etmeyi seçebilecek kadar asalet yüklendi onların da boynuna. Sevdiklerini canı pahasına koruyacak, düşmanlarına hiç acımayacak, aşk uğruna kendi özüyle mücadele edebilecek kadar güçlü ve aşık olabilecek, hiç ölmeyecek ve üstelik sabaha kadar uyanık kalabilecek :)) hepsinin üstüne de birkaç sivri dişin dışında oldukça yakışıklı erkeklerdi bunlar.
Gün onların günüydü. Kadınların pek çoğu istediğini bulmuştu nihayet.
Reytingi yüksek dizilerin, yok satan kitapların güzel ısıran adamları yerleşti günümüz kadınının yüreğine.
Ve pek çoğunun düşünde aynı cümle: Lütfen ısır beni…
23 Ekim 2009 Cuma
Söyle bakıyım kimsin sen ?
Birkaç gündür takip ettiğim paylaşım platformlarında kişilerin kimlikleriyle ilgili bir tartışmadır sürüp gidiyor.
Gerçek isimleriyle paylaşımda bulunmayan kimlikler sürekli eleştirilip isimleriyle hayat bulmaları konusunda dürtülüyorlar.
Uzaktan uzağa seyreylediğim bu hal komik gelmeye başladı bana iyiden iyiye. Sanal ortamda değil de sanki apartmanımıza taşınmış komşu edasıyla birbirimizi irdeliyor olmamız garip değil mi gerçekten?
Profilime yazsam mesela bir isim soy isim daha mı gerçek olacağım sizlerin huzurunda? Benimle ilgili tüm bilinmeyenler aydınlanacak mı bir anda akıllarınızda? Sanal değil birey mi olacağım sizler için iki özel isim ekleyince ana sayfama?
Ya da şöyle bakalım izin verirseniz bir kez de konuya;
Alt kattaki komşunuz “bilmemkim hanım” hakkında benden daha mı çok bilgiye sahipsiniz acaba? Adını biliyorsunuz, yaşını tahmin ediyorsunuz, çocuklarını tanıyorsunuz, saç rengi, göz rengi, boyunu hep görebiliyorsunuz diye yüreği daha mı açık size? Kapı arasında herhangi bir konuda ne düşündüğünü paylaşabiliyor mu sizlerle bir sabah birkaç dakika içinde? Ya da sizi hiç tanımıyor olsaydı verdiğiniz selamı bu kadar tereddütsüz alıp kabul eder miydi acaba? Kapısını çarpmaz mıydı yüzünüze?
İsmini, telefonunu, evini, hayatını bildiğim ama içlerinde barındırdıkları ve genelde paylaşmaktan uzak durdukları fikirlerini gördükçe şaşkınlıktan kalakaldığım o kadar çok insan var ki esas sanallık onların yaptığı bana göre.
Gerçek hayatınızda tanıdığınızı düşündüğünüz insanları bu kadar kolay yargılamanız mümkün müydü peki? Hiç sanmıyorum.
Sanalda olmamız, isimlerimizin üstüne birer çizgi çekmiş olmamız tüm varlığımızla sanal olduğumuz anlamına gelmiyor ki; bilakis bu şekilde belki de daha dürüst ve daha samimi olabiliyoruz birbirimize karşı. Böylesi en iyisi belki de, adını bildiğim zaman kendini gizleyecekse karşımdaki insan benden; bilmemeyi tercih ederim zaten.
18 Ekim 2009 Pazar
Dunning-Kruger Etkisi
Lütfen önce şu yazıyı okuyun
Aslında Her Boku Bilen Adam isimli blog sahibinin kendi yazısı altına yorum olarak ekleyecektim fakat o kadar uzun oldu ki böyle bir yorum ile meşguliyet yaratmamak adına yeni bir post olarak buraya düşmek daha mantıklı geldi;
Konumuz "Cehalet"
Daha doğrusu "ısrarla cahil kalayım da prim yapayım" mantığını eleştirmiş blog yazarı arkadaşımız son bir kaç yazısında. Katılmamak elde değil. Aptallaştırılan, içi boşaltılan bir toplum olduğumuz dehşetine kapılmadan ne reklam izlemek mümkün ne de otobüslerde arka koltukta kikirdeyip sohbet eden öğrencilerin kapasitesine tanık olmak. Ürkütücü.
David Dunning ve Justin Kruger isimli iki psikolog tarafından tanımlanmış, mevzuyla da çok örtüşen bir algı, bir idrak eğilimini alıntılamak istiyorum konunun yeterince dibine inebilmiş olmak adına:
Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçmiş olan teoridir bahsettiğim eğilimin açılımı;
Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan bir teorileri var bu ikilinin ki tespitin özeti "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.
Bu tespiti kanıtlamak için yaptıkları işlerde de durum şu olmuştur :
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşmışlardır :
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
İki uzman daha sonra Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yapıp, çeşitli sorular sormuş, ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istemişler.
Ve sonuç...
** En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.
** En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Bunlar kendi kapasitelerini değerlendirmekten ve eksikliklerini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise ( HBBA burayı senin için ve özellikle kelime, ifade hatası yapmamak adına kopyaladım ) çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.
İnsan kaynaklarının, iki eş değer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz olayın netliğine varırsınız.
Bu değerlendirmeyi inceledikten sonra insanın "cahil cesaretim neredesin sen?" diye yollara düşüp bildiği herşeyden soyunası da gelmiyor değil hani...
Demek ki neymiş; Durmak yok; yola devam...
Aslında Her Boku Bilen Adam isimli blog sahibinin kendi yazısı altına yorum olarak ekleyecektim fakat o kadar uzun oldu ki böyle bir yorum ile meşguliyet yaratmamak adına yeni bir post olarak buraya düşmek daha mantıklı geldi;
Konumuz "Cehalet"
Daha doğrusu "ısrarla cahil kalayım da prim yapayım" mantığını eleştirmiş blog yazarı arkadaşımız son bir kaç yazısında. Katılmamak elde değil. Aptallaştırılan, içi boşaltılan bir toplum olduğumuz dehşetine kapılmadan ne reklam izlemek mümkün ne de otobüslerde arka koltukta kikirdeyip sohbet eden öğrencilerin kapasitesine tanık olmak. Ürkütücü.
David Dunning ve Justin Kruger isimli iki psikolog tarafından tanımlanmış, mevzuyla da çok örtüşen bir algı, bir idrak eğilimini alıntılamak istiyorum konunun yeterince dibine inebilmiş olmak adına:
Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçmiş olan teoridir bahsettiğim eğilimin açılımı;
Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan bir teorileri var bu ikilinin ki tespitin özeti "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.
Bu tespiti kanıtlamak için yaptıkları işlerde de durum şu olmuştur :
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşmışlardır :
-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
İki uzman daha sonra Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yapıp, çeşitli sorular sormuş, ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istemişler.
Ve sonuç...
** En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.
** En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Bunlar kendi kapasitelerini değerlendirmekten ve eksikliklerini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise ( HBBA burayı senin için ve özellikle kelime, ifade hatası yapmamak adına kopyaladım ) çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.
İnsan kaynaklarının, iki eş değer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz olayın netliğine varırsınız.
Bu değerlendirmeyi inceledikten sonra insanın "cahil cesaretim neredesin sen?" diye yollara düşüp bildiği herşeyden soyunası da gelmiyor değil hani...
Demek ki neymiş; Durmak yok; yola devam...
14 Ekim 2009 Çarşamba
Sonbahar
Battaniye altı yalnızlığı çekti canım gene,
Soba sıcağı, kahve ve kitap kokusu bir de...
Dost'a da tahammülüm kalmamış sanki,
Ondan mıdır telefonların fişlerini çekişlerim acaba ?
Ya da içini açıp bakamadığımdan mıdır kaçışlarım
acımamak için tekrar, tekrar ve tekrar...
Kabuğu olabildiğine sağlam tutmak,
içine bir tek ben sığdırmak zamanı şimdi zaman
Gene bildik yol
Gene bildik sancılar
Değer mi hayatı tekrar etmeye her sonbahar?
11 Ekim 2009 Pazar
Vakit tamam...
Offf dağlar.
Nasıl özledim sizleri ve sizler nasıl çağırıyorsunuz beni.
Oturup koca bir arşivin tüm görüntülerini tekrar tekrar geçtim sil baştan, özlemim tavan yapmış toprağın kokusuna, suyun serinine, gecenin stresine :)
Şehre bağımlı olan ben gibi bir hatun kişinin aynı zamanda dağa, bayıra olan bu aşkı nedir çözebilmek pek mümkün değil belki ama basit ve sık rastlananı sevmeyen mizacım beni ittirip duruyor sık sık böyle börtü böcek içine.
29 Ekim gene tam zamanıdır yola çıkmanın, kamp ateşinde aydınlanıp yeşile doymanın...
O zamana kadar birkaç suretsiz fotoğrafla idare etmeli... Bakmak bile dinlendiriyor beni, umarım herkes için aynı etkiyi yapar.
Nasıl özledim sizleri ve sizler nasıl çağırıyorsunuz beni.
Oturup koca bir arşivin tüm görüntülerini tekrar tekrar geçtim sil baştan, özlemim tavan yapmış toprağın kokusuna, suyun serinine, gecenin stresine :)
Şehre bağımlı olan ben gibi bir hatun kişinin aynı zamanda dağa, bayıra olan bu aşkı nedir çözebilmek pek mümkün değil belki ama basit ve sık rastlananı sevmeyen mizacım beni ittirip duruyor sık sık böyle börtü böcek içine.
29 Ekim gene tam zamanıdır yola çıkmanın, kamp ateşinde aydınlanıp yeşile doymanın...
O zamana kadar birkaç suretsiz fotoğrafla idare etmeli... Bakmak bile dinlendiriyor beni, umarım herkes için aynı etkiyi yapar.
Etiketler:
Doğa Kamp Trekking
4 Ekim 2009 Pazar
Önüm, arkam, sağım, solum; YASAK!
Bundan 10 yıl önce biri karşıma geçip bana memlekette yasaklara bu kadar kolay alışacağımızı söyleseydi sağlam kahkaha atardım suratının orta yerine.
Gene biri çıkıp karşıma insanların kendi otokontrolünün bile devlet tekeline geçip sırf kendinizi idare etmeyi bilmiyorsunuz mantığı ardına sığınılarak kişisel özgürlüklere müdahale edileceğini söyleseydi gene gülerdim.
Şimdilerde gülemiyorum. Düşünüyorum, uzun uzun. Bilinçli ve planlı bir şekilde yasaklandırılmaya alıştırılan bu toplumu seyrederken; hatta içlerinden biri olarak güdülüyor olduğumu üzüntüyle hissederken gülmek içimden bile gelmiyor.
Sanal yasaklarla bile tanıştık maalesef. Paylaşım sitelerinden blog ortamlarına, edebiyat portallarına kadar pek çok siteye erişimimiz engellendi.
Neden? Çünkü biz; yani Türk internet kullanıcıları; kendi aklına sahip olacak bireyler değiliz ne yazık ki. Hepimiz yapmıyor muyuz? Kendi kendimize hınzır hınzır gülümseyip “sen yasaklarsan yasakla, ben yolunu bulurum nasılsa iki ayar değiştirip her siteye girerim” diye eğlenmiyor muyuz bu yasakçı zihniyetle? Olayın biraz dışına çıkıp bakıldığında aslında sadece çingene kurnazlığına alıştırılıp yasaklara çağdaş çözümler bulduğumuza ikna edildiğimizi görmemek ise mümkün değil. Sen buluyorsun çözümü, susuyorsun. Ben buluyorum çözümü, susuyorum. Çözümü henüz bulamayanları düşünen yok, akıllarını kullansınlar diyip geçip gidiyoruz. Ama bu mudur doğru olan? Böyle davrandığımız, şahsi paslarla gole gittiğimiz için bölünüyor ve yönetiliyor değil miyiz sizce?
11 Şubat 1998’de kumarhaneleri kapatıldı bu ülkenin. Neden? Çünkü insanlar çoluk çocuğunun rızkını kumara harcamasın diye! Kötü bir alışkanlık diye ! E ne oldu? Haftanın 4 günü her semtte basılan ve her şehirde mantar gibi bitiveren illegal kumarhanelere yol açtınız. Üstelik bunları diğerleri kadar bile kontrol edebilmeniz mümkün değil. Eskiden bu sektör sayesinde benim ülkeme turist gelir, otelci kalkınır, acenteci kalkınır, garson kalkınır, oda temizlikçisi kalkınır, bahçıvan kalkınır, kurpiyer kalkınır, tesis sahibi kalkınırdı. Şimdi ise sadece vergi kaçıran işletmecisi ve hadi bu gece basmayım size diye düşünüp görmemezlikten gelen görevlisi kazanıyor. Kumar gene oynanıyor kardeşim. Üstelik sadece cebindeki parayı rulete yatıran adam kaybetmiyor bu sefer. Ben de kaybediyorum, oradan alacağı vergiyi okula yatıramadığın için 6 yaşındaki çocuk da kaybediyor, bu ülkeyi seven herkes kaybediyor. Ne hakkın var beni bu kazançtan mahrum edip kaybeden hanesine adımı yazdırmaya?
İllegalciler memnun mu sanki kazanmak için durmadan adres değiştirip yerin altına kaçmak durumunda olduğu için? Sen devlet olarak yasak değil kural koyacak otoriteye sahipsin ama işine gelmiyor ki… Kadrolaşmışken, stratejik noktalar eşin dostun tekelindeyken nasıl gelsin ki zaten? Madem kocaman Devlet’sin o halde yasaklayacağına bugün bu işi kontrol edebileceğin kadrolar yetiştir, ağır vergiler ve mutlaka uyulması gereken kurallar koy. Yok sen bunları yapmayı beceremediğin ( becermek içinden gelmediği ) için 10 yıl önce içimizden 20.000den fazla insanı işsiz ve çaresiz bıraktın. Bu günahın bedelini işte parmağı olan herkes ağır öder umarım…
Sanal ortamda sahte çiplerle poker oynuyoruz diye bile rahatsız ettik Devlet’i!
Çoluğu çocuğa kumara alıştırmayalım bahanesi altında yeni nesilleri de yasağa alıştırmak için sıvandı kollar. O çocuğun anası yok, babası yok, eğitimcisi yok çünkü. Allah’ıma şükürler olsun ki başında Devlet’i var.
Hadi hayırlısı…
“Türkiye asla Malezya olamaz” diyenleri düşünüyorum. Acaba bu yalana da mı bilinçli bir şekilde inandırılıyoruz? Malezyalılaştık da henüz haberimiz mi olamadı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Yeri gelmişken bir açılım da benden olsun;
“Demokrasi” halkın kendi kendini yönetmesi demektir beyler. Devletin halkı istediği gibi gütmesi değil…
.
Gene biri çıkıp karşıma insanların kendi otokontrolünün bile devlet tekeline geçip sırf kendinizi idare etmeyi bilmiyorsunuz mantığı ardına sığınılarak kişisel özgürlüklere müdahale edileceğini söyleseydi gene gülerdim.
Şimdilerde gülemiyorum. Düşünüyorum, uzun uzun. Bilinçli ve planlı bir şekilde yasaklandırılmaya alıştırılan bu toplumu seyrederken; hatta içlerinden biri olarak güdülüyor olduğumu üzüntüyle hissederken gülmek içimden bile gelmiyor.
Sanal yasaklarla bile tanıştık maalesef. Paylaşım sitelerinden blog ortamlarına, edebiyat portallarına kadar pek çok siteye erişimimiz engellendi.
Neden? Çünkü biz; yani Türk internet kullanıcıları; kendi aklına sahip olacak bireyler değiliz ne yazık ki. Hepimiz yapmıyor muyuz? Kendi kendimize hınzır hınzır gülümseyip “sen yasaklarsan yasakla, ben yolunu bulurum nasılsa iki ayar değiştirip her siteye girerim” diye eğlenmiyor muyuz bu yasakçı zihniyetle? Olayın biraz dışına çıkıp bakıldığında aslında sadece çingene kurnazlığına alıştırılıp yasaklara çağdaş çözümler bulduğumuza ikna edildiğimizi görmemek ise mümkün değil. Sen buluyorsun çözümü, susuyorsun. Ben buluyorum çözümü, susuyorum. Çözümü henüz bulamayanları düşünen yok, akıllarını kullansınlar diyip geçip gidiyoruz. Ama bu mudur doğru olan? Böyle davrandığımız, şahsi paslarla gole gittiğimiz için bölünüyor ve yönetiliyor değil miyiz sizce?
11 Şubat 1998’de kumarhaneleri kapatıldı bu ülkenin. Neden? Çünkü insanlar çoluk çocuğunun rızkını kumara harcamasın diye! Kötü bir alışkanlık diye ! E ne oldu? Haftanın 4 günü her semtte basılan ve her şehirde mantar gibi bitiveren illegal kumarhanelere yol açtınız. Üstelik bunları diğerleri kadar bile kontrol edebilmeniz mümkün değil. Eskiden bu sektör sayesinde benim ülkeme turist gelir, otelci kalkınır, acenteci kalkınır, garson kalkınır, oda temizlikçisi kalkınır, bahçıvan kalkınır, kurpiyer kalkınır, tesis sahibi kalkınırdı. Şimdi ise sadece vergi kaçıran işletmecisi ve hadi bu gece basmayım size diye düşünüp görmemezlikten gelen görevlisi kazanıyor. Kumar gene oynanıyor kardeşim. Üstelik sadece cebindeki parayı rulete yatıran adam kaybetmiyor bu sefer. Ben de kaybediyorum, oradan alacağı vergiyi okula yatıramadığın için 6 yaşındaki çocuk da kaybediyor, bu ülkeyi seven herkes kaybediyor. Ne hakkın var beni bu kazançtan mahrum edip kaybeden hanesine adımı yazdırmaya?
İllegalciler memnun mu sanki kazanmak için durmadan adres değiştirip yerin altına kaçmak durumunda olduğu için? Sen devlet olarak yasak değil kural koyacak otoriteye sahipsin ama işine gelmiyor ki… Kadrolaşmışken, stratejik noktalar eşin dostun tekelindeyken nasıl gelsin ki zaten? Madem kocaman Devlet’sin o halde yasaklayacağına bugün bu işi kontrol edebileceğin kadrolar yetiştir, ağır vergiler ve mutlaka uyulması gereken kurallar koy. Yok sen bunları yapmayı beceremediğin ( becermek içinden gelmediği ) için 10 yıl önce içimizden 20.000den fazla insanı işsiz ve çaresiz bıraktın. Bu günahın bedelini işte parmağı olan herkes ağır öder umarım…
Sanal ortamda sahte çiplerle poker oynuyoruz diye bile rahatsız ettik Devlet’i!
Çoluğu çocuğa kumara alıştırmayalım bahanesi altında yeni nesilleri de yasağa alıştırmak için sıvandı kollar. O çocuğun anası yok, babası yok, eğitimcisi yok çünkü. Allah’ıma şükürler olsun ki başında Devlet’i var.
Hadi hayırlısı…
“Türkiye asla Malezya olamaz” diyenleri düşünüyorum. Acaba bu yalana da mı bilinçli bir şekilde inandırılıyoruz? Malezyalılaştık da henüz haberimiz mi olamadı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Yeri gelmişken bir açılım da benden olsun;
“Demokrasi” halkın kendi kendini yönetmesi demektir beyler. Devletin halkı istediği gibi gütmesi değil…
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)