21 Aralık 2012 Cuma
21.12.2012
Mayalara çok özendim, benim de bu tarihe yazacak bir çift lafım var kardeşim, tutamayacağım kendimi:
Hade len!
17 Aralık 2012 Pazartesi
Kırmızı Pazartesi
Sabahtan beri içler acısı bir ruh haliyle dolanıp duruyorum evin içinde. Derdim çok; misal uykum var, karnım aç, hava soğuk, dışarısı gri renk. Soğuktan da kötü yani, göklerin agresif Tanrısı sanki gözünü dikmiş pis pis bakıyor tepemden.
Sürüne sürüne ulaşmayı başardığım mutfağımda çalıştırılan bir su ısıtıcının akabinde, cam fincana konulmuş kahvemle birlikte elimde Gabriel Garcia Marquez'in "Kırmızı Pazartesi"si ile giriyorum salona. Aklımda dün geceki mağlubiyet. Ezeli derbiden yenik çıkmış olmanın can sıkıntısı sinmiş zaten üstüme, elimdeki kitabın adına bulaşan Kırmızı kelimesi bile sinirimi bozabilecek potansiyelde şu anda. Uzanıp koltuğa başlıyorum kaldığım yerden okumaya. Bir cinayeti anlatıyor yazar. Ruh halimi gerdikçe geren bir bekleyişle ilerliyor satırlar arasında gözlerim.
Sonra telefon çalıyor, irkiliyorum sesle birlikte. Açıyorum, bir kaç hı, hı, yaa 'dan sonra kapatıyorum ve oturuyorum koltuğa boş boş halının dalga dalga desenlerine bakarak.
Haber kötü. Ya da iyi, bilemiyorum ki. Çocukluk anılarımdan beri benimle birlikte olan aile dostlarımızdan biri vefat etmiş. Ölüm bile haberli artık, ne yazık ki. Aylardır savaştığı hastalığı, sonunda kırmış tüm direncini. Diyorum ya, haber kötü ama belki de iyi... Bu savaşın,sonraki aşamalarını yaşamak istemezdi diye düşünüyorum içimden. Kendimi rahatlatıyorum belki de. Bunu da bilemiyorum haliyle...
Uzanıp tekrar alıyorum kitabı elime. Üstümde bir yeni yıl battaniyesi var, kırmızı - yeşil, eğlenceli desenleri olan, geçen yılbaşından kalma bir hediye. Aklıma düşüyor birden, kırmızı hem öfkenin, hem sıcağın hem de ölümün rengi diye. Bugün de günlerden kırmızı bir pazartesi ve ben hala üşüyorum nedense.
Aklımı kitaba vermek daha da zorlaşmış, büyük bir itiş kakış kopuyor beynimde. Yok, kabul etmem lazım ki şu anda hiç hakim değilim düşüncelerime. Az ileride duran çam ağacına dalıp gidiyorum. Oğlum sağolsun, çingene çadırı gibi olmuş ağaç gene, ne renk ararsan üstünde. Aklına gelen herşeyi asmış ağaca. Bir kaç oyuncağını da sıkıştırmış dalların aralarına, aman Allah! Bir gayret kalkıp gidiyorum ağacın yanına, pavyon havası yaratacak ışıklarını da açıyorum, ohh ne ala. Evde buz gibi bir matem havası var ama uzaktan bakana bildiğin pavyon edası...
Üstümü örttükçe üşüyorum, çaresiz kahvemi yeniliyorum gidip. Bir de çikolata, bitterinden.
Kitap; Santiago Nasar'ın ölümünü dantel işler gibi işleyerek anlatıyor. Gözümün önüne Şubat ayının insan nefesinden buharlar çıkartan soğuğu geldikçe daha da üşüyorum sanki. Kedili ayıracımı kaldığım sayfaya tutturup bırakıyorum kitabı yavaşça sehpanın üstüne. Gidip bir DVD seçiyorum kendime, içimi ısıtsın diye.
Şimdi televizyon ekranımda Cinema Paradiso, çam ağacının rengarenk ışıkları eşliğinde, elimde yeni bir fincan kahve ve pakette kalan çikolatalarımla, biraz daha umutla, biraz daha iyi hissederek, biraz daha ısınmış devam etmek istiyorum günün kalanına...
Dışarıda hava buz, içerisi ise ben ne kadar istersem, o kadar sıcak!
12 Aralık 2012 Çarşamba
12.12.12
Bu başlıkla ben de birkaç satır yazmasaydım kendimi kötü hissedecektim belki de yarın :)
12.12.12 dediğimiz şeyin 12 Aralık 2012 olduğunu, 11 Aralık 2012'den hiç bir farkı olmadığını ve onu dünden farklı kılabilecek tek şeyin; henüz yaşanıp bitmemiş olması olduğunu hatırlatmak istiyorum. Ne bir uğuru, ne de bir mucizesi olduğunu düşünenlerden değilim tabii ki :)
Bana göre günümüzü hatırlanır, anlamlı, özel, değerli, mucizevi kılmak için yapmamız gerken tek şey ise, dönüp içimize, kalbimize yani bugünden ne istediğimize bakmamız. İstediğimiz şeye uzanmak için neler yapabileceğimizi düşünmemiz sonra da.
Yarın hayatımızda olmasını arzu ettiğimiz şeyleri, imkanlarımız dahilinde bugünümüze ancak biz dahil edebiliriz çünkü.
Ben düşündüm. İstediğime emin olduğum şeye doğru hemen şimdi uzanıyorum, daha fazla ertelemeden.
Hadi siz de beklemeyin daha geç olmasını, 12.12.12 size de eklesin yokluğunu duyduklarınızı. Sonra adına ister şans diyin, ister kader, ister mucize :)))
11 Aralık 2012 Salı
Zordur gitmek kendinden
Dokunduğumuz, temas ettiğimiz her şeye biraz kendimizden de bulaştırıyoruz sanki. Vakti geldiğinde kolayca ayrılamamızın nedeni de bu belki.
Eski bir dolap, kullanılmış bir ajanda, rengi solmuş bir kırlent, kenarı çatlamış bir fincan, sayfaları çizilmiş bir takvim, yıllar öncesinden kalma bir telefon defteri, eski okul kitaplarımız, küçülmüş bir tişört, her yeri pamuklanmış bir kazak, ilk sevgilinin iki satırlık mektubu, son kullanma tarihi yıllar önce geçmiş bir poşet kahve, ilkokuldan kalma bir tebrik kartı ve hatta belki artık nereyi açtığını bile hatırlamadığımız bir sürü anahtar...
Kimisi iyi anılarımıza, kimisi ise kötü ama kalıcı tecrübelerimize ait bit sürü dokunulmuşluk birikiyor ömrümüzde. Hepsi iyi diye değil, hepsi özel diye değil, üstelik bir başkası için çöp sayılacak bir sürü şey doluveriyor can evimize ve hepsi bize dair diye birikiyor kişilik çekmecelerimizde.
İnsanlar da öyle. Bazılarının eline değince ruhunu görüyor, bazılarının koynuna da girsek duygusunu hissedemiyoruz. Ancak hepsine dokunmuş, yaşamış ve kendimizi katmış oluyoruz. İyi diye değil, vazgeçilmez diye değil, hala sevdiğimiz için bile değil hani... Bize dair, bize ait, bizden, bizim oluveriyorlar temas etmemizle birlikte. İçselleştiriyor, sahip oluyor ve kendimizi de dahil sayıyoruz.
Vakti geldiğinde de gidemiyoruz. Kendini ardında bırakıp uzaklaşmak zor çünkü...
6 Aralık 2012 Perşembe
Kar//ışık
Hissettiğim gibi yaşayamıyorum bu aralar.
Bazen birilerine korkunç kızgın oluyorum, değilmiş gibi devam ediyorum. Ya da çok sevindiğim bir gelişme oluyor; hani sıradan, hiç beklemezmişim, umrumda da değilmiş gibi geçip gidiyorum. Zaten bildiğim bir şey söylüyor birisi bana, daha önce hiç duymamış gibi şaşırıyorum hatta. Sonra da kendime şaşırıyorum!
Hissettiğim gibi yaşayamıyor, hissettiğim gibi düşünemiyor, kendimi hissettiğim gibi ifade edemiyor, tıkanıyorum.
Hal böyle olunca hissettiğim gibi yazamıyorum. Çelişkilerim, sevinçlerim, biriktirdiklerim, tükettiklerim; hepsi ruhumun taslaklar köşesinde, istif olmuş itişiyorlar. Sanki bir türlü yayınlayacağım kadar netleştiremiyor, silip atmaya da kıyamayacağım kadar sahipleniyorum tüm bunları.
Bazen kendimce çok anlamlı bir şeyin farkına vardığımı, üstünde düşündükçe içimde bir sürü yanıt bulacağımı hissediyorum ve sadece geçiştirip iteliyorum bir yerlere. Bazen de bir saliselik anlara takılı kalıp; nedenleri, niçinleri ile kendimi tamamen hırpalayana kadar çebellşiyorum bir başıma. Sonucuna hiç gitmeyecek şeylerin etrafında koşturmaktan yorgun düşmüş gibi zihnim, kendi kuyruğunu kovalıyor hiç durmadan. Bedenim ağrıyor, zihnimle hep farklı sokaklara dalmaktan bıkmış gibi, kızgın ve bezgin haylice.
Yoruluyormuş insan, hissettiği gibi yaşayamayınca. İçimdeki bu itiş kakışın sonu neye varır bilmiyorum.
Geçmesini ümid ediyor ve sessizce bekliyorum...
26 Kasım 2012 Pazartesi
Yeni bir ben mi?
Bir öfkeli ben, bir de kırgın ben var taşımakta zorlandıklarım arasında...
O kadar da farklı ki aslında her iki "ben" de...
Öfkeliyken hissettiklerimi ifade etmek hep çok kolay gelmiştir bana, bu durumda da lafımı sakınmadan konuştuğum, öfkemi net bir şekilde ortaya koyduğum için rahatlıyor ve çabuk tedavi oluyorum sanıyorum. Çünkü unutuveriyorum öfkemi, öfkelenme sebebimi, beni kızdıran kişiyi, kelimeyi, davranışı. Bitiveriyor, sönüveriyor içimde büyüyen alev dışa döküldüğü anda...
Ama "kırgın ben" tam tersi...
Kırılganlığım o kadar derinde saklanıyor ki dışa dökmekte en zorlandığım duygum oluveriyor benim. Çünkü durup dururken çirkinleşmeyeceğine inandığım insanlara güveniyor ve en fazla güvendiklerime büyük kıymet veriyorken kıymet verdiklerimin sıradanlaşmasına dayanamıyorum bile. Çok mu meziyet yüklüyorum omuzlarına acaba diye düşündüğüm haller de olmuyor değil ama malesef öfkede olduğu kadar çabuk soğumuyor ateşim. Hatta aldığım darbenin yeri hep biraz kırmızı kalıyor sanırım ki tekrar gülümsemekte bile oldukca zorlanıyorum.
Ruh halimi çözen dostlardan biri bunun aslında benim en büyük hatalarımdan biri olduğunu söyledi sohbetimiz esnasında. "O kadar uzaklaşıyorsun ki" dedi "seni kırdığını bile farkedemiyor insan. Halbuki ifade etsen, sorgulasan belki daha çabuk kapanacak mesele "
Şaşkınlık duydum tespit karşısında... Düşündüm üstünde üstelik.
Ama sonra şunu farkettim ki mesele benim konuyu kapatmam değil ki. Mesele benim kendimi kötü hissetmeme neden olmayacak kadar incelikli saydığım insanlara yüreğimi ulu orta açmış olmam. Teslimiyetime ihanet edilmiş gibi hissetmişliğimi hangi şekilde ifade edersem edeyim bunun telafisi yok gibi üstelik. Hani şu dostlarınla her sorun yaşamanda tahtaya bir çivi çak diye gelişen hikaye vardır ya işte tam da orada anlattıkları gibi mesele çiviyi benden uzak tutmaya çalışacak insanlara yürek açmakta galiba. (Hikayeyi bilmeyenler olabilir düşüncesiyle yazının sonuna ekliyorum)
Bir başka arkadaşım da " İnsanları çok ciddiye alıyorsun, ne gerek var " diyor öte taraftan. Evet, haklı. Hayatta en ciddiye aldığım şey insanlardır benim. Ama insanlar dahi birbirini ciddiye almayacaksa nasıl bir gelecek bekliyor ki bizleri?
Daha mı basit yaşamalı hayatı diye düşünüyorum şimdilerde. İllaki yüzeysel, bananeci, benci mi olmak lazım kırılmamak için ?
Yoksa gerçekten yeni bir ben mi lazım bana ???
Kötü karakterli bir genç varmış.
Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. " arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.
Genç, birinci günde tahta perdeye 37 çivi çakmış.
Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış.
Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş.
Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş.
Gence "bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi sök" demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış.
Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık hiç eskisi gibi olamayacak" demiş.
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&
Yukarıdaki yazıyı Mart 2010'da eklemişim.
Yeni bir ben demişim...
Yalan söylemişim!
Ben aynı ben...
Büyümek de işe yaramıyor demek.
Azıcık akıllansaydım ona da razıydım ya...
Offf of!
7 Kasım 2012 Çarşamba
Birikenler
İlk fırsatta şu sinema günlerime geri dönebilmek isteğindeyim. Yaz ve ardından gelen dönemde çok tembel oldum, dizilerimin bile çok gerisinde kaldım malesef. En son seyrettiğim film "To Rome with Love" ( Roma'ya Sevgilerle) ve aradan bildiğiniz haftalar geçti... İşte benim ilk aklıma gelenlerle oluşan birikenler listem aşağıda, birini yarın akşam kızlarla seyredeceğim kalanı için de hızlı bir plan yapmam lazım. Kızlarla hangi filmi seyredeceğimi yazmama gerek yok herhalde? :))))
Ve şimdi sıra sende :)
5 Kasım 2012 Pazartesi
Minik, minnacık bir mola
Bu sefer bir cuma sabahı kaçtık İstanbul'dan. Altımızda bulutlar, üstümüzde güneşle uçtuk güneyin güzeline...
Tam 20 yıl önce yaşadığımız, yaşarken mutlu olduğumuz 3 günü tekrar yaşamak için, bugün ki hayatımızdan sadece 3 güncük çaldık, hepsi o.
Doya doya tadına vardığımız, 20 yaş heyecanlarımızı 40 yaşımıza taşıdığımız, o günlerde anlamadığımız, soramadığımız, farkına varamadığımız ne varsa sorduğumuz, anladığımız, farkına vardığımız bir 72 saat hediye ettik kendimize. Tekrar çocuk olduk, tekrar genç olduk, tekrar var olduk.
Yaklaşan kış yüzünden sevdasından uzak kalacak minik deniz taşlarını ve sevdalısı kumsala uzanan köpük köpük dalgaları seyrettik, kalbimizdeki Kasım romantizmiyle güneşe sarılıp, etrafımızdaki rengarenk onlarca balıkla birlikte serin ama bildik o sularda tekrar yüzdük.
Kendimizi şımartmayı ne çok erteliyoruz aslında. Bu minik tatil dönüşü bir kez daha anladık ki hayat böyle küçük ve plansız kaçamaklarla ancak katlanılır kıvama geliyor. "Daha sık yapmamız lazım" diye not düşerek aklımıza döndük geldik şehrimize... Belki sizlere de ilham verir hayatı ertelememek için diye umarak ekledim üç beş kare resmi de :)
3 Ekim 2012 Çarşamba
12 Eylül 2012 Çarşamba
Gölge
29 Ağustos 2012 Çarşamba
Sonbahar Şafağı
Aklından tüm köprüleri yıkmak geçerken,
Kalbini inciten, aklını kurcalayan, yüreğini sıkan, gözlerini yaşartan, ümidini yok eden herşeyi içinden söküp atmak isterken,
Bitmek bilmeyen mesafelerdir yolunu gözlediğin, ansızın içine sızıp kulağına 'geldim' diye fısıldayacağı saniyeyi iple çektiğin hayallerine veda etmek zamanı geldi diye düşünürken,
Şuursuz bir kalabalıkla yorulmuş, ayak sesleri ile çiğnenip sömürülmüş iyilik, sevgi ve sadakat duygularını, derin derin çukurlar kazıp içine gömesin, gömdüğün yeri de unutasın gelmişken,
Daha fazla duymak istemediğin ama tüm düşlerinde, yüreğinde çınlayıp duran, hasretin yitip gitmiş notalarını, kağıttan bir fener ile gökyüzüne salmanın tam da zamanı artık diye hissederken,
Gecenin karanlığında bomboş sokaklarda çığlık çığlığa yankılanarak yarım kalan tüm cümleleri, tüm yarımlıklarıyla birlikte yüzyıllar sürecek bir uykuya yatırmanın derdindeyken,
Kendini son bir kez daha kaybedip, yalın, yalnız ve uzak yollara vurma arzusu, tüm arsızlığıyla aklına çöreklenmiş, isterik bir istekle "Hadi!!!" diye tuttururken,
Yaprakları yerlere sermiş, sarı & kızıl bir eylül sabahında; elini tutan, seni köklendiren herşeye sessizce birer öpücük kondurup, sadece kendinle doldurduğun çantanı vurup omzuna, yürüyüp gidesin gelmişken,
Güz yağmurlarıyla gönlünü ıslatan sonbahar, büyük bir bitiş için seni çapkınca baştan çıkarmaktayken...
Kimbilir,
Belki sarı & kızıl bir eylül şafağında,
Yürür, gidersin yarınlara
.
23 Ağustos 2012 Perşembe
Dilek
Ne çok şeyi özlemişim meğer ben de farkında değilmişim.
Bahçe çapalamayı, upuzun yürüyüşler yapmayı, dilediğim kadar susmayı, sabaha kadar konuşmayı, dalgalarda zıplamayı, körebe oynamayı, bisiklete binmeyi, eski dostlar tarafından bir güzel şımartılmayı, sırf süte kahve pişirmeyi, bulaşık yıkamayı, keyiften çıldırtan sürprizleri, yeni tanışmaları, tekrar kavuşmaları, kendimle başbaşa kalmayı, oğlumla süresiz vakit geçirebilmeyi, az uyumayı, çok koşturmayı, plansız yaşamayı, PlayStation oynamayı, salıncakta sallanmayı, güneş koruyucunun kokusunu, plaj havlumu, çimlere yayılmayı, kumsalda salınmayı, sahici gülücüklerle günaydınlaştığım komşularımı, bahçenin gece aydınlatmalarını, çilek yetiştirmeyi, gül budamayı, gereksiz kalabalıktan dilediğimce uzak kalabilmeyi...
Dilerim herkes özlediklerini yapabilme/yaşayabilme/görebilme şansına sahip olur benim gibi, tam da ihtiyaç duyduğunda.
16 Temmuz 2012 Pazartesi
Adamı Katil Eden Tatil
Ayy amann off!
Şikayetim var… Tatile başladığımız günden beri Ege’nin bilimum sivrisinekleri tepemizde dolanıp, ağız şapırdatıyor resmen. Bildiğim tüm hamleleri yaptığım halde, delik deşik gezmekteyiz. Artık iyice zıvanadan çıktığım bir saniye, naralar atarak üstüne saldırdığım ve suratına sıktığım sinek ilacına sırıtarak bakıp, derin derin içine çektikten sonra beni tam 12 yerimden şişleyen sivrisinekle davam bitmedi gitti!
Sitede her gece ilaçlama yapılıyor. Tüm bölgeler bir güzel ilaçlanıyor. Hahahahaa, şaka gibi valla…
Yavru da artık paranoyak oldu, gecenin bir vakti yataktan korku içinde fırlayıp “anneee sinekk geldiii” diye çığlığı basıyor, kalkıp elime ilacı alıp gösterdiği her yere sıkıyorum ancak öyle sakinleştirebiliyorum. Haksız da değil yavru; geldiğimiz üçüncü gece çocuğun gözünün çevresinin üç yerden ısırıp, bir gözünün şişip kapanmasına neden olmuşlardı. Zavallımın sabah kalkıp gözünü açamayınca yaşadığı korkuyu ben burada hiç anlatmıyım, tekrar yaşamak sinir bozucu olacak zira.
En büyük hezimeti de dün gece yaşadık. Site ilaçlaması yapıldı, üstüne ben tüm evi elimde öldürücü etkili sinek ilacı ile gezdim. Bu arada, evin tüm dışarıyla bağlantılı noktalarındaki pimapenler sineklik ihtiva ediyor! Ama nereden giriyorlar da bize sırıta sırıta uçuşuyorlar, kimse bilmiyor. Her neyse, tüm evi ilaçladığım gibi yavruyu alıp, gece keyfine dahil olmak için attık kendimizi dışarıya. Gittik, gezdik,yedik, içtik, eğlendik, geldik. Bu arada iki adet oda prizine şu hayvanları uzak tutan dalgalardan taktım. Üstelik acaba bayatlamış mı bu diye düşünerek, içindeki sıvıyı da değiştirdiğimi hemen yazayım, atlamadan. ‘Bu gece rahat uyuruz’ diye hayaller kuruyordum ki, sinek azmanı bir kanatlı irinin şu prizdeki dalganın hemen yanıbaşına konmuş, pis pis ortalığı kestiğini gördüm. İşte o an, artık yıkıldığım an oldu! Ne sıksak vitamin etkisi yarattığını bizzat farketmiş, üstümüze sürdüğümüz bilimum sinek kaçıran maddenin de ayrı bir iştah açıcı etkisi göstermiş olduğunu anlamış bulunuyorum. Sessizce teslim olduk, dolayısıyla da gelen giden yiyiyor bizi. Kaşınmaktan uyuz olmuş kedi yavruları gibi telef oldum, mahvoldum, bittim.
Üstüne bir de feci yandım, yavru sudayken ayakta dikilip, sürekli onu izlemekten gözüm ne şemsiye görüyor ne de koruyucu sürecek vaktim oluyor . Sırtımı ilaçlayacak adam aranıyorum ev ev gezip. Bu tatilde maymun oldum ben, haberiniz olsun.
Uzun lafın kısası, bitse de dönsek mi acaba ;)
Şikayetim var… Tatile başladığımız günden beri Ege’nin bilimum sivrisinekleri tepemizde dolanıp, ağız şapırdatıyor resmen. Bildiğim tüm hamleleri yaptığım halde, delik deşik gezmekteyiz. Artık iyice zıvanadan çıktığım bir saniye, naralar atarak üstüne saldırdığım ve suratına sıktığım sinek ilacına sırıtarak bakıp, derin derin içine çektikten sonra beni tam 12 yerimden şişleyen sivrisinekle davam bitmedi gitti!
Sitede her gece ilaçlama yapılıyor. Tüm bölgeler bir güzel ilaçlanıyor. Hahahahaa, şaka gibi valla…
Yavru da artık paranoyak oldu, gecenin bir vakti yataktan korku içinde fırlayıp “anneee sinekk geldiii” diye çığlığı basıyor, kalkıp elime ilacı alıp gösterdiği her yere sıkıyorum ancak öyle sakinleştirebiliyorum. Haksız da değil yavru; geldiğimiz üçüncü gece çocuğun gözünün çevresinin üç yerden ısırıp, bir gözünün şişip kapanmasına neden olmuşlardı. Zavallımın sabah kalkıp gözünü açamayınca yaşadığı korkuyu ben burada hiç anlatmıyım, tekrar yaşamak sinir bozucu olacak zira.
En büyük hezimeti de dün gece yaşadık. Site ilaçlaması yapıldı, üstüne ben tüm evi elimde öldürücü etkili sinek ilacı ile gezdim. Bu arada, evin tüm dışarıyla bağlantılı noktalarındaki pimapenler sineklik ihtiva ediyor! Ama nereden giriyorlar da bize sırıta sırıta uçuşuyorlar, kimse bilmiyor. Her neyse, tüm evi ilaçladığım gibi yavruyu alıp, gece keyfine dahil olmak için attık kendimizi dışarıya. Gittik, gezdik,yedik, içtik, eğlendik, geldik. Bu arada iki adet oda prizine şu hayvanları uzak tutan dalgalardan taktım. Üstelik acaba bayatlamış mı bu diye düşünerek, içindeki sıvıyı da değiştirdiğimi hemen yazayım, atlamadan. ‘Bu gece rahat uyuruz’ diye hayaller kuruyordum ki, sinek azmanı bir kanatlı irinin şu prizdeki dalganın hemen yanıbaşına konmuş, pis pis ortalığı kestiğini gördüm. İşte o an, artık yıkıldığım an oldu! Ne sıksak vitamin etkisi yarattığını bizzat farketmiş, üstümüze sürdüğümüz bilimum sinek kaçıran maddenin de ayrı bir iştah açıcı etkisi göstermiş olduğunu anlamış bulunuyorum. Sessizce teslim olduk, dolayısıyla da gelen giden yiyiyor bizi. Kaşınmaktan uyuz olmuş kedi yavruları gibi telef oldum, mahvoldum, bittim.
Üstüne bir de feci yandım, yavru sudayken ayakta dikilip, sürekli onu izlemekten gözüm ne şemsiye görüyor ne de koruyucu sürecek vaktim oluyor . Sırtımı ilaçlayacak adam aranıyorum ev ev gezip. Bu tatilde maymun oldum ben, haberiniz olsun.
Uzun lafın kısası, bitse de dönsek mi acaba ;)
11 Temmuz 2012 Çarşamba
Dedikodu
Şu saniye plajdayım...
Yanımdaki şezlongda yabancı, orta yaşlarda bir çift yayılıyor.
Kadın sabahtan beri şuursuzca güneşlenmekte. Adamın elinde bir tablet, gözünü kırpmadan onunla meşgul.
Neden birlikte tatile gelmiş bunlar bilemedim...
Neyse, adamın durumuna düşmemek için dedikoduya ara veriyorum ;)
Serin kalın..
Yanımdaki şezlongda yabancı, orta yaşlarda bir çift yayılıyor.
Kadın sabahtan beri şuursuzca güneşlenmekte. Adamın elinde bir tablet, gözünü kırpmadan onunla meşgul.
Neden birlikte tatile gelmiş bunlar bilemedim...
Neyse, adamın durumuna düşmemek için dedikoduya ara veriyorum ;)
Serin kalın..
3 Temmuz 2012 Salı
Yine baharlar gelecek...
Bir ağaç gibi dik durmalı insan,
Dallarına konan kuşlar, uzaklardaki sıcağın çağrısına kayıtsız kalamayıp
birer birer uçup gittiğinde bile...
Bir ağaç gibi dik durmalı insan,
Bedeninde dalgalanan yapraklar, rüzgarın şiddetine dayanamayıp
teker teker süzülüp düştüğünde bile...
Bir ağaç gibi dik durmalı insan,
Bedeninde palazlanan, ciğerini tüketen yalancı, yabancı sarmaşıklar
hayatını sarıp, sarmaladığında bile...
Bir ağaç gibi dik durmalı insan,
sadece kendi kökünden gelen kudretiyle
Yazın, kışın, baharda, rüzgarda, sıcakta, karda, yağmurda...
Bir ağaç gibi dik durmalı insan,
Tek başına, yorgun, yalnız ve kederli hissettiğinde bile...
Bazen birinin, hiçbir şey bilmesine gerek yoktur, herşeyi görebilmesi için.
Sen güzel kadın, dik dur içindeki tüm heyecan tükenmiş, ümidin yok olup gitmiş olsa bile. Hiçbir şey aynı kalmaz, er geç hüznün yerini neşe, ümitsizliğin yerini yeni planlar alır.
Sen sadece hayata inanmaya devam et...
2 Temmuz 2012 Pazartesi
Eridim Bittim
Akdeniz sıcağını unutmuş bünyemle birlikte Antalya'ya inince bildiğiniz şapşala döndüm. Sıcak bir hışımla koşup geldi tepeme, bir sağdan tokatladı, bir soldan.
Neyse ki dostlar, anılar ve buz gibi alkol sayesinde aklı serin tutmayı başarıp sağ salim döndük İstanbul serinine. Fırsat bulup gördüğüm dostlarla kucak kucağa, malesef denk gelip de göremediklerime dertlenme derken bitti bir Akdeniz Akşamları operasyonu daha. Dün gece yatak odamın camını açık bırakıp yattıktan yaklaşık bir 3-4 dakika sonra camı kapatmış, pikeme sarılmış buldum kendimi. Hayat böyle serin serin güzel işte :))
Önümüzdeki hafta Ege taraflarına bir göz atayım diye planlıyorum, Kuşadası beni, ben de onu özledim. Bu sefer yalnız gitmiyorum ama... Haydut yavrumla ana oğul düşeceğiz yollara, maceranın dibine vururuz artık kesin. Yavru da yanımda olacağına göre hasret derdimiz de olmayacak, haliyle tatili eylüle bağlamaya kalkmasak bari :))
Kaç yazdır şehirde çakıldık kaldık, azıcık hak ettik bu kadar tatili biz. Oğluma da başarılı geçen okul dönemi üstüne ödül olsun bu hercai tatil, o ne isterse emretsin ben de derhal yapayım. Isaura kedi, yavrunun emrinde :))
Ve tabii bu arada herkese iyi haftalar, temmuzun bu ilk haftasında hep güzel anlar biriksin yüreğinizde...
17 Haziran 2012 Pazar
Akdeniz Akşamları
Az kaldı. Aylardır yaptığımız geri sayım son 5 gününe ulaştı nihayet!!
Şimdi, bu kedi üniversite macerasını bitireli 20 yıla dayanmak üzere. Böyle küt diye söyleyince, yaş da kabak gibi ortaya çıkıyor ama gerçekleri kabul etmek lazım değil mi yani :)
Üniversite arkadaşlarımla tam 6 ay önce "bu yaz Antalya'da buluşsak mı?" diye başladığımız bir sohbet hızla plana dönüştü ve o hafta tarih belirlendi, derhal otel ayarlandı, hatta biletler bile alındı. İşi azıtıp buzzz gibi rakı siparişimizi de verdik, biz turizm mezunları sıcak havada serinlemenin yolunu iyi biliriz haliyle :)
Öyle ya yurtdışından gelenler olucak, işi gücü olup izin alması gerekenler olucak diye pek hassas davrandık organize olma hususunda :)
Ve gün geldi işte. 23-28 Haziran'da Antalya'dayım. Üniversite arkadaşlarım, ev arkadaşlarım, deniz, güneş, hayat benim olucak. Eski dostları ziyaret, nostalji, değerli eski anılar, yeni bir yüzyılda eski yaşanmışlıklara saygı duruşumuzla dopdolu bir hafta geliyor. Bağıra çağıra "Akdeniz akşamları"nı söylemeyen ne olsun!
Güzel geçsin diye dileyin bana :) Bir de o sıcakta ölüp kalmıyım oralarda... Yaş malumunuz :)))
23 Mayıs 2012 Çarşamba
Kıskanıyorum yahu
Kendisi pek farkında olmasa da uzun zamandır "Vay be ne güzel, ne keyifli okuyor" diye özenerek izlemekte olduğum Sevgili Leylak, en sonunda beni tekrar okuma sevdama geri döndürdü, mesut ve bahtiyarım.
Konuyla ilgili son tetikçim Aslı Hayvanımı da hemen deşifre edeyim tabii :)
Daha okumak için seçtiğim kitabımın çok başındayım, keyfim de oldukça yerinde. Ve ben kendime verdiğim gaz ile bu kadarla da kalmadım, "kıskan, kıskan nereye kadar" diyerek üstüne bir de "Kitap ve kahve" konseptli fotoğraf çektim hemen bir hışım. Tabii Leylağın o güzelim porselen fincanları, tiril tiril masaları, insanın içini açan o şıklığını benim fotoğrafımda bulmayı bekliyorsanız, çok beklersiniz. O kadarı zor valla. Benden ancak bu tepedeki görüntü çıktı :)
Uzun süredir bekleyenler arasından, ilk elime gelen kitabı aldım işin aslı. O kadar özlemişim ki kıtlıktan çıkmış gibi okuyorum. Dediğim gibi daha ilk sayfalarını henüz geçtim, fakat bazı yazarların ilk satır heyecanı son ana kadar sürer ya işte öyle birinin kitabına gömülmüş vaziyetteyim. Aldous Huxley yazmış, Cesur Yeni Dünya.
1894'de doğup 1963'te ölmüş olan yazarımız, taaa 1932'de, o günün toplumuna bakarak ve kendisine düşündürdüklerinden yola çıkarak yazdığı bu kitapla geleceği nasıl da yozlaştıracakları bir bir anlatmış bizlere. Tek tip, düşünmeyen, aklına empoze edilenin dışını sorgulamayan, sözde mutlu labaratuvar imalatı insanlardan oluşan bir geleceğin nasıl olacağını okumaktayım.
Okuyalım, okutalım. Okuyan, paylaşan, anlayan, anlatan, tartışan, güzeli ve doğruyu bulan insanlara her zamankinden daha çok ihtiyacı var bu ülkenin.
Leylak ve Aslı'ya teşekkürlerimle,
İmza: Kıskanç Kedi :)
Konuyla ilgili son tetikçim Aslı Hayvanımı da hemen deşifre edeyim tabii :)
Daha okumak için seçtiğim kitabımın çok başındayım, keyfim de oldukça yerinde. Ve ben kendime verdiğim gaz ile bu kadarla da kalmadım, "kıskan, kıskan nereye kadar" diyerek üstüne bir de "Kitap ve kahve" konseptli fotoğraf çektim hemen bir hışım. Tabii Leylağın o güzelim porselen fincanları, tiril tiril masaları, insanın içini açan o şıklığını benim fotoğrafımda bulmayı bekliyorsanız, çok beklersiniz. O kadarı zor valla. Benden ancak bu tepedeki görüntü çıktı :)
Uzun süredir bekleyenler arasından, ilk elime gelen kitabı aldım işin aslı. O kadar özlemişim ki kıtlıktan çıkmış gibi okuyorum. Dediğim gibi daha ilk sayfalarını henüz geçtim, fakat bazı yazarların ilk satır heyecanı son ana kadar sürer ya işte öyle birinin kitabına gömülmüş vaziyetteyim. Aldous Huxley yazmış, Cesur Yeni Dünya.
1894'de doğup 1963'te ölmüş olan yazarımız, taaa 1932'de, o günün toplumuna bakarak ve kendisine düşündürdüklerinden yola çıkarak yazdığı bu kitapla geleceği nasıl da yozlaştıracakları bir bir anlatmış bizlere. Tek tip, düşünmeyen, aklına empoze edilenin dışını sorgulamayan, sözde mutlu labaratuvar imalatı insanlardan oluşan bir geleceğin nasıl olacağını okumaktayım.
Okuyalım, okutalım. Okuyan, paylaşan, anlayan, anlatan, tartışan, güzeli ve doğruyu bulan insanlara her zamankinden daha çok ihtiyacı var bu ülkenin.
Leylak ve Aslı'ya teşekkürlerimle,
İmza: Kıskanç Kedi :)
Etiketler:
An'a dair,
Kitaplar ve Yazarlar
20 Mayıs 2012 Pazar
Pedro Almodóvar / Le Piel Que Habito ( 2011 )
Bir Pedro Almodóvar filmi. "Le Piel Que Habito" orginal ismi ( The Skin I Live In, İngilizce ismi. Türkçeleştirilmiş hali ise "İçinde Yaşadığım Deri" )
Başrolde Antonio Banderas, Elena Anaya ve Marisa Paredes.
Konusu, oyunculuğu ve kurgusu insana 'işte şimdi bir film izledim' dedirtiyor. Trafik kazasında feci halde yanan karısını hayatta tutup, ona yeni bir görünüm kazandırmak isteyen doktor bu mücadelesinde başarılı olacak mı acaba? Yoksa ilerleyen zamanlarda kendimizi bambaşka birinin kabusunu izlerken mi bulacağız?
Çok detay vermek istemiyorum, pek çok festivalde aday gösterilen, bir kaç ödül almayı da başaran İspanyol yapımı bu filmi seyredin diyorum sadece.
Filmin IMDb puanı 7.7/10. Bana sorarsanız notum biraz daha bol, 8.0/10. Bu bol kese meselesinde arada kulağıma çalınan Buika sevgimin rol oynadığını da düşünmekteyim :)
Fragman, detay ve fotoğraf için buyurun işte link
Etiketler:
7. Sanat Sinema ve Emek Verenler
15 Mayıs 2012 Salı
Sahte
Boş yere hiç kandırmayalım kendimizi, hepimiz sahtekarız... Yalpalamaya, evirip çevirmeye, ama diye başlayan cümleler kurmaya hiç gerek yok.
Çocuk suretimizden sıyrıldığımız andan itibaren hızla öğretildi bizlere de büyükcül meziyetler birer birer : sahte olmak, mış gibi yapmak, görmezden gelmek, inkar etmek, beyaz yalanlara sarılmak, olmadı pembesini ileri sürmek, o da yemedi en koyusundan birşeyler uydurmak.
Uyanamadığımız için derse geç kaldığımızda ceza almamak için otobüsün tekerleğini patlattık, "sevmiyorum" demek ayıp olur diye "seviyorum" dedik, hatta "çoook seviyorummm" bile dedik, daha fazla istemek arsızlık olur diye "doydum" dedik, "nasıl durmuş" diye sorana "bok gibi" demek rezalet olur diye "idare eder" dedik, aklımızdakini, kalbimizdekini ortaya koymamak için bin türlü kılıf uydurup yalan yanlış yaşadık gittik işte...
Adına da büyümek dedik!
İçimizdeki çocukla birlikte öldük, kimse farketmedi.Neşemizin kuruyup, endişemizin bizi kemirdiğini biz bile göremedik. Sorumluluklarımız oldu, olgunlaşmak zorunda kaldık, büyürken değişmeliydik. Değiştik. Yeterince sahtekar oluverdik bir anda. Dünya da rezil çamur bir yer oldu, kimseye inanasım da gelmiyor işte bu yüzden. Hepimiz hastayız, hepimizin saklamaya çalıştığı arızaları var. Benimkilerden biri de bu belli ki.
Keşke hiç büyümeseydim diye ağlarken öte yandan bir çocuk büyütüyorum, üstelik "oğlum sen büyüdün artık" diye diye!
Kendimi kötü hissediyorum, en büyük sahtekar benim çünkü :(
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)