17 Aralık 2012 Pazartesi

Kırmızı Pazartesi


Sabahtan beri içler acısı bir ruh haliyle dolanıp duruyorum evin içinde. Derdim çok; misal uykum var, karnım aç, hava soğuk, dışarısı gri renk. Soğuktan da kötü yani, göklerin agresif Tanrısı sanki gözünü dikmiş pis pis bakıyor tepemden.

Sürüne sürüne ulaşmayı başardığım mutfağımda çalıştırılan bir su ısıtıcının akabinde, cam fincana konulmuş kahvemle birlikte elimde Gabriel Garcia Marquez'in "Kırmızı Pazartesi"si ile giriyorum salona. Aklımda dün geceki mağlubiyet. Ezeli derbiden yenik çıkmış olmanın can sıkıntısı sinmiş zaten üstüme, elimdeki kitabın adına bulaşan Kırmızı kelimesi bile sinirimi bozabilecek potansiyelde şu anda. Uzanıp koltuğa başlıyorum kaldığım yerden okumaya. Bir cinayeti anlatıyor yazar. Ruh halimi gerdikçe geren bir bekleyişle ilerliyor satırlar arasında gözlerim.

Sonra telefon çalıyor, irkiliyorum sesle birlikte. Açıyorum, bir kaç hı, hı, yaa 'dan sonra kapatıyorum ve oturuyorum koltuğa boş boş halının dalga dalga desenlerine bakarak.

Haber kötü. Ya da iyi, bilemiyorum ki. Çocukluk anılarımdan beri benimle birlikte olan aile dostlarımızdan biri vefat etmiş. Ölüm bile haberli artık, ne yazık ki. Aylardır savaştığı hastalığı, sonunda kırmış tüm direncini. Diyorum ya, haber kötü ama belki de iyi... Bu savaşın,sonraki aşamalarını yaşamak istemezdi diye düşünüyorum içimden. Kendimi rahatlatıyorum belki de. Bunu da bilemiyorum haliyle...

Uzanıp tekrar alıyorum kitabı elime. Üstümde bir yeni yıl battaniyesi var, kırmızı - yeşil, eğlenceli desenleri olan, geçen yılbaşından kalma bir hediye. Aklıma düşüyor birden, kırmızı hem öfkenin, hem sıcağın hem de ölümün rengi diye. Bugün de günlerden kırmızı bir pazartesi ve ben hala üşüyorum nedense.

Aklımı kitaba vermek daha da zorlaşmış, büyük bir itiş kakış kopuyor beynimde. Yok, kabul etmem lazım ki şu anda hiç hakim değilim düşüncelerime. Az ileride duran çam ağacına dalıp gidiyorum. Oğlum sağolsun, çingene çadırı gibi olmuş ağaç gene, ne renk ararsan üstünde. Aklına gelen herşeyi asmış ağaca. Bir kaç oyuncağını da sıkıştırmış dalların aralarına, aman Allah! Bir gayret kalkıp gidiyorum ağacın yanına, pavyon havası yaratacak ışıklarını da açıyorum, ohh ne ala. Evde buz gibi bir matem havası var ama uzaktan bakana bildiğin pavyon edası...

Üstümü örttükçe üşüyorum, çaresiz kahvemi yeniliyorum gidip. Bir de çikolata, bitterinden.

Kitap; Santiago Nasar'ın ölümünü dantel işler gibi işleyerek anlatıyor. Gözümün önüne Şubat ayının insan nefesinden buharlar çıkartan soğuğu geldikçe daha da üşüyorum sanki.  Kedili ayıracımı kaldığım sayfaya tutturup bırakıyorum kitabı yavaşça sehpanın üstüne. Gidip bir DVD seçiyorum kendime, içimi ısıtsın diye.

Şimdi televizyon ekranımda Cinema Paradiso, çam ağacının rengarenk ışıkları eşliğinde, elimde yeni bir fincan kahve ve pakette kalan çikolatalarımla, biraz daha umutla, biraz daha iyi hissederek, biraz daha ısınmış devam etmek istiyorum günün kalanına...

Dışarıda hava buz, içerisi ise ben ne kadar istersem, o kadar sıcak!






.............(Görsel alıntıdır)..........


1 yorum:

Aslısın dedi ki...

seni seviyorum

Free Counter