21 Aralık 2012 Cuma
21.12.2012
Mayalara çok özendim, benim de bu tarihe yazacak bir çift lafım var kardeşim, tutamayacağım kendimi:
Hade len!
17 Aralık 2012 Pazartesi
Kırmızı Pazartesi
Sabahtan beri içler acısı bir ruh haliyle dolanıp duruyorum evin içinde. Derdim çok; misal uykum var, karnım aç, hava soğuk, dışarısı gri renk. Soğuktan da kötü yani, göklerin agresif Tanrısı sanki gözünü dikmiş pis pis bakıyor tepemden.
Sürüne sürüne ulaşmayı başardığım mutfağımda çalıştırılan bir su ısıtıcının akabinde, cam fincana konulmuş kahvemle birlikte elimde Gabriel Garcia Marquez'in "Kırmızı Pazartesi"si ile giriyorum salona. Aklımda dün geceki mağlubiyet. Ezeli derbiden yenik çıkmış olmanın can sıkıntısı sinmiş zaten üstüme, elimdeki kitabın adına bulaşan Kırmızı kelimesi bile sinirimi bozabilecek potansiyelde şu anda. Uzanıp koltuğa başlıyorum kaldığım yerden okumaya. Bir cinayeti anlatıyor yazar. Ruh halimi gerdikçe geren bir bekleyişle ilerliyor satırlar arasında gözlerim.
Sonra telefon çalıyor, irkiliyorum sesle birlikte. Açıyorum, bir kaç hı, hı, yaa 'dan sonra kapatıyorum ve oturuyorum koltuğa boş boş halının dalga dalga desenlerine bakarak.
Haber kötü. Ya da iyi, bilemiyorum ki. Çocukluk anılarımdan beri benimle birlikte olan aile dostlarımızdan biri vefat etmiş. Ölüm bile haberli artık, ne yazık ki. Aylardır savaştığı hastalığı, sonunda kırmış tüm direncini. Diyorum ya, haber kötü ama belki de iyi... Bu savaşın,sonraki aşamalarını yaşamak istemezdi diye düşünüyorum içimden. Kendimi rahatlatıyorum belki de. Bunu da bilemiyorum haliyle...
Uzanıp tekrar alıyorum kitabı elime. Üstümde bir yeni yıl battaniyesi var, kırmızı - yeşil, eğlenceli desenleri olan, geçen yılbaşından kalma bir hediye. Aklıma düşüyor birden, kırmızı hem öfkenin, hem sıcağın hem de ölümün rengi diye. Bugün de günlerden kırmızı bir pazartesi ve ben hala üşüyorum nedense.
Aklımı kitaba vermek daha da zorlaşmış, büyük bir itiş kakış kopuyor beynimde. Yok, kabul etmem lazım ki şu anda hiç hakim değilim düşüncelerime. Az ileride duran çam ağacına dalıp gidiyorum. Oğlum sağolsun, çingene çadırı gibi olmuş ağaç gene, ne renk ararsan üstünde. Aklına gelen herşeyi asmış ağaca. Bir kaç oyuncağını da sıkıştırmış dalların aralarına, aman Allah! Bir gayret kalkıp gidiyorum ağacın yanına, pavyon havası yaratacak ışıklarını da açıyorum, ohh ne ala. Evde buz gibi bir matem havası var ama uzaktan bakana bildiğin pavyon edası...
Üstümü örttükçe üşüyorum, çaresiz kahvemi yeniliyorum gidip. Bir de çikolata, bitterinden.
Kitap; Santiago Nasar'ın ölümünü dantel işler gibi işleyerek anlatıyor. Gözümün önüne Şubat ayının insan nefesinden buharlar çıkartan soğuğu geldikçe daha da üşüyorum sanki. Kedili ayıracımı kaldığım sayfaya tutturup bırakıyorum kitabı yavaşça sehpanın üstüne. Gidip bir DVD seçiyorum kendime, içimi ısıtsın diye.
Şimdi televizyon ekranımda Cinema Paradiso, çam ağacının rengarenk ışıkları eşliğinde, elimde yeni bir fincan kahve ve pakette kalan çikolatalarımla, biraz daha umutla, biraz daha iyi hissederek, biraz daha ısınmış devam etmek istiyorum günün kalanına...
Dışarıda hava buz, içerisi ise ben ne kadar istersem, o kadar sıcak!
12 Aralık 2012 Çarşamba
12.12.12
Bu başlıkla ben de birkaç satır yazmasaydım kendimi kötü hissedecektim belki de yarın :)
12.12.12 dediğimiz şeyin 12 Aralık 2012 olduğunu, 11 Aralık 2012'den hiç bir farkı olmadığını ve onu dünden farklı kılabilecek tek şeyin; henüz yaşanıp bitmemiş olması olduğunu hatırlatmak istiyorum. Ne bir uğuru, ne de bir mucizesi olduğunu düşünenlerden değilim tabii ki :)
Bana göre günümüzü hatırlanır, anlamlı, özel, değerli, mucizevi kılmak için yapmamız gerken tek şey ise, dönüp içimize, kalbimize yani bugünden ne istediğimize bakmamız. İstediğimiz şeye uzanmak için neler yapabileceğimizi düşünmemiz sonra da.
Yarın hayatımızda olmasını arzu ettiğimiz şeyleri, imkanlarımız dahilinde bugünümüze ancak biz dahil edebiliriz çünkü.
Ben düşündüm. İstediğime emin olduğum şeye doğru hemen şimdi uzanıyorum, daha fazla ertelemeden.
Hadi siz de beklemeyin daha geç olmasını, 12.12.12 size de eklesin yokluğunu duyduklarınızı. Sonra adına ister şans diyin, ister kader, ister mucize :)))
11 Aralık 2012 Salı
Zordur gitmek kendinden
Dokunduğumuz, temas ettiğimiz her şeye biraz kendimizden de bulaştırıyoruz sanki. Vakti geldiğinde kolayca ayrılamamızın nedeni de bu belki.
Eski bir dolap, kullanılmış bir ajanda, rengi solmuş bir kırlent, kenarı çatlamış bir fincan, sayfaları çizilmiş bir takvim, yıllar öncesinden kalma bir telefon defteri, eski okul kitaplarımız, küçülmüş bir tişört, her yeri pamuklanmış bir kazak, ilk sevgilinin iki satırlık mektubu, son kullanma tarihi yıllar önce geçmiş bir poşet kahve, ilkokuldan kalma bir tebrik kartı ve hatta belki artık nereyi açtığını bile hatırlamadığımız bir sürü anahtar...
Kimisi iyi anılarımıza, kimisi ise kötü ama kalıcı tecrübelerimize ait bit sürü dokunulmuşluk birikiyor ömrümüzde. Hepsi iyi diye değil, hepsi özel diye değil, üstelik bir başkası için çöp sayılacak bir sürü şey doluveriyor can evimize ve hepsi bize dair diye birikiyor kişilik çekmecelerimizde.
İnsanlar da öyle. Bazılarının eline değince ruhunu görüyor, bazılarının koynuna da girsek duygusunu hissedemiyoruz. Ancak hepsine dokunmuş, yaşamış ve kendimizi katmış oluyoruz. İyi diye değil, vazgeçilmez diye değil, hala sevdiğimiz için bile değil hani... Bize dair, bize ait, bizden, bizim oluveriyorlar temas etmemizle birlikte. İçselleştiriyor, sahip oluyor ve kendimizi de dahil sayıyoruz.
Vakti geldiğinde de gidemiyoruz. Kendini ardında bırakıp uzaklaşmak zor çünkü...
6 Aralık 2012 Perşembe
Kar//ışık
Hissettiğim gibi yaşayamıyorum bu aralar.
Bazen birilerine korkunç kızgın oluyorum, değilmiş gibi devam ediyorum. Ya da çok sevindiğim bir gelişme oluyor; hani sıradan, hiç beklemezmişim, umrumda da değilmiş gibi geçip gidiyorum. Zaten bildiğim bir şey söylüyor birisi bana, daha önce hiç duymamış gibi şaşırıyorum hatta. Sonra da kendime şaşırıyorum!
Hissettiğim gibi yaşayamıyor, hissettiğim gibi düşünemiyor, kendimi hissettiğim gibi ifade edemiyor, tıkanıyorum.
Hal böyle olunca hissettiğim gibi yazamıyorum. Çelişkilerim, sevinçlerim, biriktirdiklerim, tükettiklerim; hepsi ruhumun taslaklar köşesinde, istif olmuş itişiyorlar. Sanki bir türlü yayınlayacağım kadar netleştiremiyor, silip atmaya da kıyamayacağım kadar sahipleniyorum tüm bunları.
Bazen kendimce çok anlamlı bir şeyin farkına vardığımı, üstünde düşündükçe içimde bir sürü yanıt bulacağımı hissediyorum ve sadece geçiştirip iteliyorum bir yerlere. Bazen de bir saliselik anlara takılı kalıp; nedenleri, niçinleri ile kendimi tamamen hırpalayana kadar çebellşiyorum bir başıma. Sonucuna hiç gitmeyecek şeylerin etrafında koşturmaktan yorgun düşmüş gibi zihnim, kendi kuyruğunu kovalıyor hiç durmadan. Bedenim ağrıyor, zihnimle hep farklı sokaklara dalmaktan bıkmış gibi, kızgın ve bezgin haylice.
Yoruluyormuş insan, hissettiği gibi yaşayamayınca. İçimdeki bu itiş kakışın sonu neye varır bilmiyorum.
Geçmesini ümid ediyor ve sessizce bekliyorum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)