22 Mart 2011 Salı
Sözüm Meclisten İçeri
Yaklaşan seçimle birlikte siyasi partilerin hayli hareketli günler yaşadığı, gündemde milletvekili aday adaylarının cirit attığı Türkiye'den "merhaba" herkese.
Olan bitenleri gururla izliyorum.
Halkım, halkına hizmet etmek için nasıl da istekli, inanın izlerken gözlerim yaşarıyor. Aday adayları nasıl koşa koşa dayanıyor parti kapılarına. Futbolcusu, sanatçısı, yazarı, medyatik kişilikleri... Hepsi vatana hizmet aşkıyla yanıp tutuşarak, üyelik ve başvuru işlemleri peşinde ömür tüketiyorlar.
Helal olsun hepsine...
Partilerin de işi çok zor. Bu kadar kalifiye ve muazzam aday içinden, partilerine, halka ve ilkelerine hizmet edecek en iyi, en doğru isimleri seçmek hayli zor olsa gerek.
Öyle ya, milletvekili olma şartlarına haiz olmak başlı başına mühim. Çünkü koskoca bir ülkenin yasama organını oluşturan ağır taşlardan biri olmak son derece önemli. Her önüne gelenin eline böyle bir yetki vermek, eğitimsiz ve vasıfsız isimlere görev atamak da doğru değil elbette.
Bir işin sonucunda elde edeceğin sonucun kalitesinin, işin başında uyduğun koşullar ve elbette seçtiğin hammadde ile direk doğru orantılı olduğunu bilmeyen var mı konu seçmek ve seçilmek olduğunda?
O yüzden eminim ki tüm siyasi partilerimiz, adaylarını son derece titizlikle eleyip, taşımaları gereken üstün nitelikleri inceleyip, gereken titizliği gösteriyorlardır.
Keşke böyle olsaydı değil mi...
Ne yazık ki durum bizim ülkemizde böyle değil. Bizim ülkemizde halkın geleceği ile ilgili kararlar almak, kanunları düzenlemek gibi tüm gelecek nesilleri ve ülke içindeki sosyal düzeni ilgilendiren bu çok mühim pozisyona seçilebilmiş olmak için üç beş kıytırık koşul yetiyor da artıyor bile. Kanun diyor ki;
1- 30 yaşını doldurmuş olmak.
2- En az ilk okul mezunu olmak
3- Askerlik hizmetini yapmış olmak
4-Kamu hizmetinden yasaklanmamış olmak
5 -Taksirli suçlar hariç 1 yıldan fazla hapis yatmamış olmak
6-Yuz kızartıcı suç islememek
7 -Devlet sırrını açığa vurmamış olmak
8 -İdeolojik ve anarşik suçlara katılmamak
9- Kısıtlı olmamak
Milletvekili olmak için yeterlidir. Bunu üstüne siyasi partilerimiz popülerlik, maddi güç ve medyatiklik arıyorlar, hepsi bu ne yazık ki.
Yoksa son iki gündür aday olduğunu izlediğimiz değil milleti temsil edip kişisel iradesi ve fikriyle görevini yapacak, bilakis kendini bile doğru ifade etmekten aciz bir sürü isim bu cesareti ( ki cahil cesareti belki de bunun adı ) gösteremezdi sanıyorum. Ya da geçen dönemlerde milletvekili olmuş, adını sadece alkollü araç sürerken polis kontrolüne yakalanınca duyduğumuz, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye memleketin polisine saldıran, boş vakitlerinde polis şefini tokatlayan, mitinglerde bölücülük sloganları atan, taciz veya tehdit suçlamalarıyla gündeme düşen isimlerin o koltuklarda işi neydi, değil mi ya...
Bu insancıkların içlerindeki vatana hizmet aşkının temelinde yatan menfaat meselesini ortadan kaldırsak acaba kaç tanesi bu uğurda vakit ve nakit harcamaya devam ederler sizce? Bir anket yapsak ne yanıt verirdiniz? 550 Milletvekili olan mecliste kaç vekil görevini layıkıyla yapıp bu uğurda vaktini ve nakidini harcardı sizce? 10 - 20 - 30 - 100 - 200 ?
Eğer milletvekili olmak, olanın üstüne dokunulmazlık gibi bir zırh giydirmeseydi bunların kaçı bu hızla koşardı aday olmaya ? Camiyi çalmak için kılıf hazırlamak gibi değil mi bu durum sizce de?
Eğer milletvekili olmak, bu ülkede her kapıyı ardına kadar açmıyor olsaydı ?
Eğer milletvekili maaşları 5.600.-$ olmasaydı ?
Eğer iki yıl, evet sadece iki yıl milletvekilliği yaptıktan sonra emekli olunmuyor olsaydı ?
Emekli olunduğunda alınan maaş ömür boyu 6.000.-TL( ki ölümden sonra maaşı aile almaya devam ediyor) olmasaydı ? ( Rakamlar http://www.emekli-maasi.com/arsiv/ulkelere-gore-milletvekili-emekli-maaslari.aspx bağlantısından alınmıştır )
Lafın kısası;
Bütün bunları peşinen satın almak için parti kapılarına yüklenen tüm şahsiyetsizlere de, piyasasını güçlendirmek için adaylarında; maddi gücü ve popülaritesinden başka koşul aramayan partilere de yazıklar olsun!
Ben bunların dışındayım diyenler; önce şu dokunulmazlık zırhına ve adaletsiz özlük haklarına bir çare bulsunlar ve üstlerine alınmasınlar. Yok bu işe sessiz kalıp, deveyi güdüyorlarsa onlar da üstlerine alınsınlar, onlara da yazıklar olsun!
------Görsel alıntıdır--------
18 Mart 2011 Cuma
Felaketi Beklerken
Dünya bir hafta önce, 11 Mart sabahı Japonya'da meydana gelen depremin etkisinde hala.
Deprem sonrası oluşan dev dalgalar; şehirleri, kasabaları yuttu ve bizler, sıcak, güvenli evlerimizde izledik ölümden kaçmak için çırpınan o insancıkları.
Neyse bitti diyecekken, bir de baktık ki nükleer santrallerde patlamalar başladı. Tam onlar da önlendi, herşey yolunda diyeceğimiz sırada bir patlama daha, ardı ardına gelen radyoaktif sızıntı haberleri, tehdit derecelerinde artışlar ve karantina bölgelerinde kalıp ailelerinden, hayatlarından soyutlanan insanlar gördük ne yazık ki.
Fukuşima'daki santralin üstünde uçup duran, deniz suyu ile soğutma çalışmaları yapan helikopterler, yangın uçakları durmadan çabalarken bu sefer de Japonya; her felaketin üstesinden gelecek bir güce sahip dediğimiz Japonya; Dünya ülkelerinden yardım istedi. İmdat çağrısı yaptı, destek diledi. Kendi elleriyle inşa ettikleri, son teknolojiyle donanmış ve insan hayatına konfor katması için yaratılmış nükleer santrallerine bir türlü DUR diyemedikleri için.
Radyoaktif madde yüklenmiş radyasyon bulutları Dünya üstünde yol alıyorlar artık. Tokyo'ya ulaşmaz denirken, tehdit Amerika'ya kadar dönmüş durumda. Herkes tedirgin, herkes çaresiz, herkes şaşkın.
Çernobil'i hatırlayanınız var mı?
Çernobil'den sonra yaşanan acıların günümüze kadar taşındığını bilmeyeniniz var mı?
1986'dan 2011'e. Bugün, olayın üstünden 25 yıl geçmişken dahi Van Gölü'nün tabanında o dönemden kalma radyoaktif madde bulunduğunu izliyoruz. Ne acı...
Bu yazıya Çernobil'den sonra dünyaya gelmiş bebeklerden resimler koysam mı diye düşündüm ama görsellere bakabilmem bile mümkün olmadı, öyle fenaydı ki yüreğim dayanmadı izlemeye. Çok fena, korkunç ve yürek dayanmayacak görüntüler onlar. Ama durumu esas korkunçlaştıran ne biliyor musunuz?
Hepsi gerçekler...
Bir film sahnesine ait değiller. Makyaj veya dijital teknik değil onları bu değişikliğe uğratan. Radyasyona maruz kalmış nesillerin sonuçları onlar sadece...
Günümüzde boyutları daha büyük olacak bir patlama için geriye sayıyor insanlık. İyot tabletleri stoklanıyor, aileler panik içinde ne tedbir alabileceklerini araştırıyorlar.
Fukuşima 50'si adı verilen 180 kişilik ekip - ki orada kalmaya devam etmek, intahar etmekle eşdeğer - santraldeki görevlerini bırakmadan, canlarını ortaya koyarak insanüstü gayret sarfediyorlar. Bir yandan da yakıt çubuklarını soğutmak için dışarıdan bir elektrik hattı çekilmeye çalışıyor hızla. 180 kişilik bu kahraman grup, 50 kişilik ekipler halinde vardiya alıyor ve tüm insanlık için çalışıyorlar.
Dilerim beklenen olmaz ve tüm bu gayretlerin olumlu bir sonucu, herkesin yüzünü güldürecek bir nihayeti olur.
Ama ya olmazsa?
Durum fena. Bu feci tablodan ders alabilmiş olsak bari diye düşünüyorum tabii ama sonuç ne yazık ki umduğum gibi değil. Malesef ülkemin idari kadrosu, iktidarı "Hamdolsun bize birşey olmaz!" mantığıyla Nükleer Santraller konusunda ısrarcı ve geri adım atmamak konusunda da son derece inatçı.
Tüm dünyayı bizde olan bitene hayretle bakarken görüyorum ve inanın ben bile şaşkınlığımı gizleyemiyorum.
1986'da halkın karşısına geçip radyasyonlu çay içme zevzekliğini gösteren, dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral "Dinine, imanına inanan radyasyon var, demez" diye konuşmuştu. Bu ismin, kazadan sonra krizi kontrol etmek için kurulan Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi'nin açıklama yapmaya yetkili tek kişisi olduğunu da hatırlatmak istiyorum.
Demek ki bizler geçmişten ders almayı gerçekten bilmiyoruz. Ve görünen o ki sadece felaketler ve değişen dünya düzeni ile savaşmamız, tedbirler almamız yetmiyor; halk olarak hep birlikte öncelikle cehaletle başa çıkmamız gerekiyor.
İşimiz çok zor. Allah yardımcımız olsun...
"Aman Allah" dedirten haller
İnsanları; genel görüntüleri ve tercihleriyle sınıflandırmanın yanlış olduğunu, bu tip bir etiketlemenin haksızlık olduğunu savunanlara katılmamak mümkün değil elbette.
Ama öyle durumlar var ki, siz istemeseniz de içinizden bir ses, karşınızda duran şahsı, direk görüntüsüyle değerlendirip "Aman Allah!" dedirtiyor.
İşte bana bunu dedirten, içimi ortamı bağıra bağıra terketmek isteğiyle dolduran, korkunç görüntülerden biri: Açık ayakkabı ve çorap!
Yapmayın bu bana güzel kardeşlerim, yapmayın ne olur!
Moda da olsa, çok tarz da dense, bütün dünyayı da sarsa nasıl bir çirkinliktir bu, anlamam mümkün değil...
Ha ayakkabının topuğuna basa basa gezen bir adam, ha açık burunlu bir ayakkabının içine çorap giymiş bir kadın. İkiside aynı oranda öfke yaratıyor bünyemde.
"Bu tip tercihler kültür meselesidir, görgü ve birikim işidir" diyenlere gel de alkış tutma şimdi. Açık ayakkabı ile çorap giymek, bu görüntüye beğeniyle bakmak; bana olsa olsa tarzsızlık, olmamışlık, avamlık çağrıştırıyor. Modayı takip etmek uğruna tarzından ödün verenler de komik ve çiğ geliyorlar.
Dün kuaförde karşılaştığım bir hanımefendi, seçimi ve davranışlarıyla bu tesbitimi iyice pekiştirdi. Açık ayakkabı & Çorap seçimine bir de ağzındaki sakızı ekleyince "Offf Aman Allah" dedirtti bana. İkisine de dayanamayan bünyem helak oldu işimi bitirip ortamı terkedene kadar.
Neyse bu görüntüye maruz kalmanın ilk şoku geçti çok şükür, hazır anısı tazeyken yazıyım da eşe dosta duyurayım dedim. Ama bir daha karşılaşırsam işaret fişeği ile imdat çağrısı yapacağım, haberiniz olsun :)
Etiketler:
Gereksiz mevzular
13 Mart 2011 Pazar
Yaşasın, okuyorum!
Duydum ki neredeyse her kitabını okuduğum Paulo Coelho'nun Elif isimli bir kitabı Türkçe'ye çevrilmiş, üstelik de ne yalan söyleyim Can Yayınları'nın beni sıkıntıya iten o beyaz silüetinden de sıyrılıp bayrağım renklerinde kırmızı-beyaz bir kapak ile huzurumuza çıkmış; 'e o halde ne duruyorum, alıp başlıyım bir kenarından' diye düşündüm hemen. ( Bu uzun cümle için Tanrı beni affetsin. Amin)
Erken başlayan bu bol koşturmacalı pazar gününün finalinde, nihayet kahvem elimde, kitabım yanımda, keyfim de yerinde bir eda ile oturdum masama. Uzun süredir basılı kitap okumaktan o kadar uzaktım ki ayıplıyordum kendimi işin aslı. Beni tanıyanlar ne doyumsuz bir okuyucu olduğumu bilirler , hiç sıkılmadan ve kıpırdamadan saatlerce bir kitabın dünyasına dalmak ve içinde kalmaktan muazzam keyif alırım/alırdım :(
Ancak bir kaç ay önce Aslı'nın tavsiyesi ile çok beğenerek okuduğum Ayfer Tunç'un kitabından ( Taş, Kağıt, Makas ) sonra elime aldığım iki Alain de Botton ve bir Irvin D. Yalom kitabı sağda solda halen sürünmekte ne yazık ki. Bir türlü hakettikleri gibi aklımı ve sevgimi verip, okumaya konsantre olamadığım için onlara yaşattığım bu sürünme halinden dolayı kınıyorum kendimi!
Okumaktan bu kadar uzaklaşmamın bir başka sebebini de Ayfer Tunç'un kitabını okurken farkettiğim göz problemime bağlıyorum aslında. Ve ısrarla ihmal edip halen bir doktor kontrolüne gitmediğim için Coelho'nun kitabının diğer emsallerinden büyük ebatlarda olması ve iri puntolarla yazılmış olması da pek hoşuma gitti :) Gözlüğü burnunun üstüne düşürüp okuyan yaşlı teyzeler kervanına katılmak üzereyim, aman ne ala :)
Neyse, okumaya başlıyorum diye duyurayım dedim. Diğerlerinin akıbetine uğramaması için tedbir bir nevi, utanıp da yarım bırakmaya kalkmıyım diye bir gözdağı yani :)
Bana müsade, gidip okumanın tadını çıkarıyım ;)
------Görsel alıntıdır--------
12 Mart 2011 Cumartesi
Sorgulama
Güneşli bir İstanbul cumartesisinden günaydın diyorum, yetti artık orada burada gezinmek!
Akşam çok güzel uyuyup güne de güzel başladım. Sabah kahvaltısını yapan oğluma eşlik ettikten sonra da alıp geldim kahvemi, sizleri okuyarak içeyim diye, oturdum bilgisayarımın başına.
Alışkanlık üzere ilk uğradığım sayfalardan biri olan kişisel facebook sayfamı açtım. En son yorumumu 21 saat önce Japonya depremi ile ilgili yazdığım duruma gelen yorumlara, üzüntü içinde yaptığımı görünce şöyle bir kalakaldım.
Dün sabah bu saatlerde televizyonda izlerken kendimi tutamadan ağladığım, içimi kaplayıp beni üzüntüden bitiren felaketi unutmuş, hayatıma kaldığı yerden devam ediyor olmam tuhaf geldi birden bire bana. Samimiyetsiz buldum kendimi bir şekilde. Madem dün o kadar üzüldüm, bu sabah, henüz olayın üstünden 24 saat bile geçmeden bu kadar mutlu ve unutmuş olmam doğal mıydı ki? Ben sıcak evimde "kahvaltıda ne hazırlasam?" sorusuna yanıt ararken; birileri felakette kaybolan evlatlarının, yitip giden hayatlarının yasında, ayakta nasıl kalabileceklerinin derdindeydiler. Aileler parçalanmış, ömürler bir dakikada bitmiş ve tüm hayaller yerle bir olmuştu. Üstelik tehlike hala geçmemiş, santraller ciddi tehlike yaratırken, hayatta kalanların kendi canlarına dair korkuları bile geçmemişken bendeki bu aptalca pür neşeye çok bozuldum. Yakıştıramadım kendime, tuhaf geldim içimdeki ben'e.
Geçtiğimiz günlerde beyin kanaması geçirip hayata erkenden veda eden Ayşe'nin cenaze törenini izlediniz mi bilemiyorum. Ailesi ve takım arkadaşları ayakta duramayacak kadar perişan haldeyken, hemen yanlarında sohbet edip kendi aralarında gülüşüp duran iki futbolcu takılmıştı gözüme. Ve çok kızmıştım onlara. Yakışıksız bulmuştum durumlarını, hiç gelmeseler daha iyi bir iş yapmış olurlardı diye düşünmüştüm. O sahneyi gören pek çok kişinin de aynı fikri paylaştığına eminim, acıya saygı duymak lazım...
İşte bu sabah belki de kendimi o iki futbolcu gibi hissettiğim için bu kadar kızdım mutluluğuma. Aynı saygısızlığı göstermiş gibi utandım yaşadığım keyiften.
Ve derken bir de madalyonun diğer yüzünü gördüm. Başımıza gelen kötü olaylarda, hayatımızdakiler de üzülsün, bizle birlikte aynı duyguları yaşasın, aynı tepkileri versin isteriz de hani hepsinden göremeyiz beklediğimiz aynı yaklaşımı da bize verdiği değeri sorgularız ya hani... Biz bu kadar kötüyken onların gülmelerine öfkelenir, 'nasıl yapabilir bunu!' diye isyan ederiz ya hani...
Öğreniyor insan. Kişi başına geleni yaşarmış demek ki sadece. O yüzden ben dün ağlarken bu sabah gülebiliyormuşum. Ben ağlarken yakınlarım gülebiliyormuş.
Hayat; herkes için başka bir yüzünü gösteriyorken aynı hissi duymak ve muhafaza edebilmek çok zormuş meğer. Japonya'nın başına gelen felakete üzülmüş olmakla birlikte aynı anda kendi hayatında büyük bir mutluluk ile gülümsüyor olabilmek mümkünmüş ve herkes için doğalmış demek ki...
11 Mart 2011 Cuma
Offf of!
İleri demokrasinin 10. gününden sevgiler herkeslere...
Kötü bir gün geçiriyorum, Japonya'da olan deprem beni çok üzdü. Arabalarından inip koşarak kaçmaya çalışan insanların görüntülerini izlemek ise beni altüst etti.
Fena hassasım zaten bugün. Bir kere kötü hastayım. Öyle bir üşütmüşüm ki kendime gelemiyorum 3 gündür. Kar yağışının romantikliğine kanıp, lapa lapa yağan karın altında Bağdat Caddesi'nin başlarından Bostancı'ya kadar yürüyüp, üstüne bir de bere ve atkı takmayı reddedince dayak yemiş gibi oldum, halim fena :(
Sağlıksız olmaktan nefret eden ben, sinirlerimi de bozdum tabii hastalıkla birlikte.
Sonra, birine çok kızdım. Oturup kızgınlığımı anlatmaya kalksam anlamayacak, olay uzayacak, iş çığrından çıkacak diye sustum, o kızgınlığımı da söyleyemedim suratının ortasına. Anlamıyorum kardeşim seni ben, ya anlayacağım gibi konuş ya da çek git bir huzur ver...
Bu blog da olmasa kime böyle dümdüz dertlenirim bilmiyorum, yeri gelmişken bir kez daha bağırayım: BLOGUMA DOKUNMAYIN!!!!
Hastalıktan bunalmış, ruhu sıkılmış ve sinirleri gerim gerim gerilmiş bir kedi olaraktan bencil olmaya karar verdim! Oturup düşüneceğim, beni böyle bir durumda en çok ne mutlu eder diye, onu bulmaya çalışacağım. Önerilere de açığım bu arada.
Haftasonumuz güzel geçsin bari,
Öperim
------Görsel alıntıdır--------
5 Mart 2011 Cumartesi
İleri Demokrasinin 4. günü
İsveç'teyim.
Özgürlük dendiği gibi burada gerçekten var mı diye bakmaya geldim. Varmış...
4 Mart 2011 Cuma
İleri Demokrasinin 3. günü
Bu sabah Belçika'da açtık gözümüzü... Brüksel'den yazıyorum(yazabiliyorum!) yani size...
Yarın, öbür gün kimbilir nerede oluruz.
İleri Demokrasi'nin daha ne kadar süreceğini bilmiyorum ama bizlere dünya turu attıracak kadar uzamaz umarım...
3 Mart 2011 Perşembe
İleri Demokrasinin 2. günü...
Bloguma erişimimin engellendiği "ileri demokratik" ülkemden çok uzaklardan yazıyorum bugün gene.
Amerika, California Fremont'dan...
Tıpkı dünden beri gelen ziyaretçilerimin hepsinin, ileri demokratik ülkem sınırları dışından geliyor (gelebiliyor!) olmaları gibi...
Bakalım bu aptallık daha ne kadar sürecek...
2 Mart 2011 Çarşamba
Nerede kalmıştık ?
Hiç sebep yok iken, bloguma Türkiye'den erişim mahkeme kararı ile yasaklandığı için; bugün size Amerika Georgia Hampton'dan yazıyorum. Ve bugün özgürce iletişim kurabilmeme vasıta olan Amerika'yı ve haklarını sonuna kadar savunan vatandaşlarını yürekten kutlayarak, varettikleri "ileri demokrasiye" teşekkür ediyorum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)