30 Aralık 2010 Perşembe
16 Aralık 2010 Perşembe
DarmaDağınık
Herşeyin bir yeri olmalı hayatta, yoksa o şey; ne kadar gerekli olursa olsun, ne kadar özel ve sevilen bir şey olursa olsun farketmiyor... Sadece ve sadece insanın elinin altındaki dağınık oluveriyor.
Nereye kaldıracağınızı şaşırıyorsunuz, bir yere kaldırana kadar da oradan oradan atılıyor ve en sonunda ne yazık ki hırpalanıp gidiyor. Bize de ardından yas tutmak kalıyor.
İnsanlar ve ilişkiler gibi aynı.
Bazen yerimiz olmayan hayatlara uğruyoruz bir şekilde veya bizde konaklayan ama yerine koyamadıklarımız oluveriyor ömrümüzde.
Girdiğimiz yüreğin sahiplenmek istediğimiz her köşesinden başka bir yer sahibi çıkıyor karşımıza, sıkışıp kalıyoruz anıların gerçeklerle itişe kakışa yarattığı o daracık alana. Serpilip gelişemiyoruz hal böyle olunca da, boğulup ölüveriyoruz kalabalığın arasında.
Bize misafir olan sevdalarda da yaşanıyor aynı kalabalık belki de. Dostça karşılayıp buyur ettiğimiz yüreği bile kaybedebiliyoruz, bir türlü esas olması gereken yere oturtmayı başaramıyoruz çünkü. Ne özen gösterip ne de yerini bulup, sevdirmek için vakit bulamıyor, rutin telaşlar içinde koşturmaya devam ediyoruz, üstelik bu sefer onu da dağınık ediyoruz yolumuza. Haliyle de koşar adım üstünden geçtiklerimiz oluyor istemeden, elimizle hafifçe kenara itip yolu açtıklarımız olduğu gibi tıpkı. Sadece ihtiyaç duyduğumuzda tutup bir kenarından çekeleye çekeleye çıkarıyoruz o dağınık öbeğinin içinden, işimiz bittiğinde gene atıveriyoruz aynı öbeğin içine.
O yüzdendir belki de 'yalnızları' ve ' yalnız kalmayı seçenleri ' seviyor olmam.
Daha temiz, daha yalın, daha dolambaçsız, daha sıcak geliyor bana yürekleri, kıvrılıveriyorum hemen buyur edildiğim köşeye sessizce. Sahip olduklarını çoğaltmak derdinde değiller kimileri gibi ve o yüzden dağıtmıyorlar yüreklerini herkese, harcamıyorlar duygularını kalabalığın peşinde.
Ve yine o yüzdendir belki sık sık yalnız kalmayı özleyişim, daha yakın olabilmek için kendi yüreğime. Hırçınlığım ve keyifsizliğim de kendim için yer bulamadığımdandır belki de sahip olduğum bu koca dağınığın içinde...
------Görsel alıntıdır--------
15 Aralık 2010 Çarşamba
Siyah
Hüzün büyüten yüreklerin, kırgın bakışlı siyahına gömülmüş bir ümitti peşi sıra seğirttiğim ve nereye gittiğini bilmediğim. Ucundan tuttuğumda beni ısıtacak minicik bir güneşti belki de içinde görmek istediğim.
Dokunmak için uzandığımı sanırken aslında kaçtığımı fark ettiğim. Sorulmamış hiçbir sorunun cevabı yok kentinde, yitmiş gitmiş bir keman telinin son santiminde…
Rüzgarın öfkesine yenik düşmüş bir kağıt parçası, üstü yazılı. Kenarı kırılmış aynanın sırlı kıyısında bir damla gözyaşı…
Geçmişi olmayan bir hikayenin kim tarafından yazıldığı bile belli olmayan tek satırı, bir kitabın altı çizilmiş paragrafı veya hiçbiri…
'Yok'luk isteğinde 'var'lık ağrısına tutulmuşluk belki de…
Bilemediğime…
Öylesine…
------Görsel alıntıdır--------
14 Aralık 2010 Salı
Şehrin Kıyısında
Pazar günü malum olduğu üzere sevgili arkadaşlarımdan birini evlendirme telaşıyla düştük yollara. Havaya da güvenemediğimiz için köprü trafiğinden çekinip biraz erken geçtik Avrupa yakasına. Tam Sarıyer'e inmiştik ki denizde salınan balıkçı teknelerini farkettim. Yaklaşık 6-7 tane balıkçı teknesi, az açıkta ağlarını atmış balık peşine düşmüşlerdi.
Hazır vakit de var diye düşünüp yanımdakilerden müsade istedim ve indim arabadan aşağı. Ayağımda topuklu ayakkabılar, yüzümde makyaj ve siyah pantalon-ceket bir takım içinde turkuaz bir bluz ile Sarıyer Sahili'nde endam ettim yaklaşık bir saat kadar. Buz kestim! Manzaraya takılıp kaldım, insanların verdikleri emekleri izledim çıplak göz ile. Yeşil uzun balıkçı yağmurluklu adamların, elleriyle topladıkları ağdaki takılmış balıkları, bazen tekneye bazen de çığlık çığlığa beşleşen martılara atışlarını izledim uzun uzun.
Bir de sigara yakıp dumanını çekebilseydim içime keyfim tam olacaktı ama bırakalı 7 yıl olmak üzere neredeyse :)
Teknenin etrafını çevreleyen ağın toplanışına şahit oldum an be an. Küçücük bir motorun, denizle savaşa savaşa o koca balıkçı teknesini, sağa sola döndürebilmek için nasıl tüm gücüyle ileri fırladığını seyrettim.
Karabataklar, martılar, sahilde köpeklerini gezdiren insanlar, ayaz mı ayaz bir hava...
Arabaya geri döndüğümde bir saat geçmişti ve neredeyse ayaklarımı hissetmeyecek kadar üşümüş, yorulmuştum. Ama İstanbul'a sessizce şahitlik etmek herşeye rağmen mutlu ediyor beni, seviyorum şehrimi...
Ağ komple toplanana kadar birlikteydim bu Hasan Bey 1 isimli yeşil tekne ve ona emek veren tüm çalışanları ile. Onlar denizin üstünde, ben şehrin kıyısında. Aynı yürekte attık bir süre.
Onca emekten sonra, ağları daha dolu olsaydı keşke ama herkes mecburen hayattan hakkına düşenle yaşamıyor mu zaten?
Payınıza düşenin, sizi gülümsetecek kadar çok olması dileğiyle,
"Denizin üstünde ala bulut
Yüzünde gümüş gemi
İçinde sarı balık
Dibinde mavi yosun
Dibinde mavi yosun
Kıyıda bir çıplak adam
Durmuş düşünür
Bulut mu olsam gemi mi yoksa
Yosun mu olsam balık mı yoksa
Ne o ne o ne o ne o
Deniz olunmalı oğlum
Bulutuyla gemisiyle balığıyla yosunuyla
Bulutuyla gemisiyle deniz olunmalı oğlum... " (Z. Livanelli )
--Görseller, 12.12.2010 tarihinde İstanbul Sarıyer'de tarafımdan çekilmiştir---
13 Aralık 2010 Pazartesi
Soğuk...
3 Aralık 2010 Cuma
Kısaca
Ey Sevgili;
Sen; kısacık cümlelerinle, bana içinden çıkamadığım kadar büyük ve anlayamadığım kadar derin bir bilinmezlik veriyorsun. Halbuki ben; sana uzun, upuzun cümlelerle, tam da bana direk giden yollar inşa edip, sonra da karşısına geçip yolunu gözlüyorum.
Oysa sen; uzun cümlelerimi okumaya üşendiğin için anlamayı beceremiyorsun ve bizi erteliyorsun…
Ve ben beklemekten yoruluyorum...
Velhasıl sevgili, bir gün gelecek, senin yolunu aynı hevesle beklemekten çoktan vazgeçmiş olacağım ve benim cümlelerim kısalacak. Sen ise beni okuyup anlamak için kıvranacaksın, biliyorum. Anladığını anlatmak için uzatacaksın tüm cümlelerini bana doğru ama bu sefer de ben üşeneceğim sana.
Aynı ritimde akmadıkça, bir masalın toplamı BİZ olan iki öznesi olmamız da hiç mümkün olmayacak ne yazık ki…
Kısaca,
Sen kal sağlıcakla…
(görsel alıntıdır)
2 Aralık 2010 Perşembe
Koşturmaca / Şarj Olmaca
Nasıl yorgunum, nasıl, anlatamam.
Bu hafta istisnasız hergün sabahın kör karanlığında kalkıp başladım koşturmaya. Haftasonu yapılacak kamp için hazırlıklar kamp programı geç yapıldığı için son ana kaldı. Doktor randevularımı bir türlü denk getiremediğim için aynı diş kliniğinin iki ayrı doktoruna farklı günlerde gitmek yani iki günümü diş meselesine ayırmak zorunda kaldım. Bir Anadolu yakası, bir Avrupa yakası pinpon topu misali yuvarlandım durdum.
Tek başıma olsam mesele değil ama bir de okuldan döndüğünde karşılanması gereken bir yavru olunca işin içinde, insan yetişemezsem paniğiyle yürek çırpıntısından ruhunu teslim edecek hale geliyor resmen...
Haylazlıkta sınır tanımayan kuduruk kişiliğim; evdeki işlerim ve dışardaki mecburi koşturmalarım arasına bol bol da dost kaçamağı sıkıştırınca bittim ben, telef oldum bir nevii resmen :)
Bir doktor ve bir kuaför randevusu arasına, bir dosta kaçıp kahve içmek ve güzeller güzeli kedisini mıncırmak gibi bir eğlence ekledim hemen mesela.
Mesela dün... Sabah saat onbuçuk randevum öncesi bir başka sevdiğimle buluşup uzun bir kahvaltı keyfi yaptım Nişantaşında, özlemişim oralarda olmayı nicedir... Üstelik giderken eşim beni sabahın yedi buçuğunda 4Levent metro istasyonunda bıraktığı için uzun zamandır binmediğim metroya da binmiş oldum. Koridorlarında saksafon çalan siyah saçlı, tuhaf sakallı, ilginç tipli adamın "Portofino"su eşliğinde yürüdüm mesela Osmanbey çıkışına kadar...
Sonrasında çocukluk çağlarımdan bugünüme kadar itina ile taşınan dostluğumuzdan pek keyif aldığım bir başka isme yol aldım. Dükkanına girdiğimde önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan nikahı için davetiyelerini yazıyordu. Bir bekar yakışıklı daha evli adamlar kervanına katılıyor yani kısacası :)
Kahvelerimizi içtik dedikodu eşliğinde. Sonra birlikte çıkıp bankacı arkadaşlarımızla da birer kahve içelim diyerek Zincirlikuyu'ya zıpladık, tabii gene koşa koşa :)
Dünya kadar beyaz yakalı insan içinde bizimkileri bulmak kolay olmadı ama sevgi herşeyi çözüyor ki koca bir plazanın hemen önünde nihayet buluştuğumuzda uzun uzun sarışıp öpüşüp koklaştık şükrede şükrede :)
Unutmadan, bir ara anneme bile uğradık, çadır malzemesi bırakmak için. Annem ve misafirleriyle de öpüşüp koklaşıp hasret gidermem mümkün oldu ancak aşağıda abuk sabuk bir yere park etmiş adamcağızı fazla bekletmemek için ancak 3 dakika kadar sürdü :)
Sonrasında tekrar Anadolu yakasına geçerken köprüden boğazı seyrettim. "Ne güzel şehirsin sen İstanbul" diye çığlıklar attı içimden bir ses. Aslı'nın bir mim yazısında bahsettiği ve benim de canımın çekip ilk defa bir kitabını edindiğim Ayfer Tunç eşlik etti yoluma Taş, Kağıt Makas ile. Ne kadar geç kalmışım meğer... Bir solukta içine çekti beni hikayeler, gerçekten beğenerek okuduğum ender öykülerden oldu kitabın içindeki ilk üç hikaye ( son hikayeyi henüz bitirmedim ).
Nihayet eve vardığımda miniğimle de kavuştuk ve bu sefer de onun peşi sıra koşturmam başladı. Bir ödevi vardı ki görünce gözlerim fırladı yerinden. k sesini öğrenmişler, kı kı kı diye dolanmaktan boğazım patladı resmen :)
Sonra akşam yemeği telaşı.
Ve sonra bir önceki kampın yazı ve hatıralarını birleştirmek için oturdum ekran karşısına, gruba sürpriz olsun diye bir de ateş başında şarkı söylerken kaydedilmiş müzik dosyası ekledim sunuma.
Bütün işim bittiğinde artık ben de yeryüzünden silinmiş gibi hissediyordum kendimi. Yatağım, yastığım diye ağlaşa ağlaşa buldum odanın yolunu ve sabah saat altı olup saat çaldığında ancak açtım tekrar gözümü.
Şimdi böyle vır vır vır söyleniyor gibi gözüküyorum belki ama aslında tam tersi. Şöyle düşünüyorum ki insan hareket ettikce şarj oluyor ve hayatına hareket ekliyor. Bir kenarda oturup hiçbir şey yapmamaya alışmak çok kolay evet tembellik cezbedici ancak rutin haline geldiğinde insanın içinde birşeyler ölüyor. Çalıştığım zamanki koşturmamı özlemiş olacağım ki sabah, ayağımda bir kot, sokaklarda yürürken etrafımdan geçip giden, ofis kıyafetleriyle güne başlayan insanlara da imrendim sanırım biraz.
Belki de diyorum çalışmamaya karar verdiğim için aklım çalışmakta. Aç tavuk misali dönüp duruyorum darı ambarı fikri etrafında. Hep erteliyor insan kendi için yaptığı planları ve kendinden daha öne koyduğu bir sürü şey birikiveriyor yolunda. Bazıları, uğruna yaşamamanın bile mümkün olacağı büyüklükte sevgiler olunca da geriye kalan böyle uzaktan bakıp bakıp mırıldanmak oluyor tabii...
Neyse, çok uzattım. Biraz dolmuş muyum yoksa ne. Haftasonu kampı iyi gelecek umarım ruhuma :)
İyi bakın kendinize, dönüşte görüşebilmek dileğiyle...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)