24 Ağustos 2010 Salı
24/08/2010 ve Mutluluk
Mutluluk;
Çikolata krizinin dibine vurmuş bir halde abur cubur çekmecesini uzun süredir ihmal ettiği için kendine " Ohh olsun sana!! Zamanında birkaç çikolata, bisküvi v.s. alıp atmaz mısın al sana işte, tuttu krizin ne halt edeceksin! " kapsamında çemkiren kişinin; içinde miniminnacık bir ümid ile çekmeceyi açması ve kahve, kakao, sıcak çikolata paketleri arasında sanki belli belirsiz bir Gold Browni paketi görmüş olduğunda gene içinden "Onun da tarihi geçmiştir kesin!" söylemi ve ümisizliğiyle eline aldığı paketin üstünde 25/08/2010 tarihini görmesidir...
Mutluluk anlardan ibarettir ancak o anı yakalamak, tadını çıkarmak marifettir :)
İmza : Bahsi geçen Browniyi az önce bir lokmada yemiş mutlu kedi!
20 Ağustos 2010 Cuma
Vicdan...
Bir insanın en büyük hapishanesi ancak kendi vicdanıdır.
Size sevgiyle bakan, sizi gördüğünde içleri parlayan bir çift göze, göz göre göre kötü olabilir misiniz hiç?
Eğer gerçekten insansanız o l a m a z s ı n ı z .
Çünkü sevilmişliğin bedelini de bir şekilde ödemek zorundadır insanoğlu.
İşte insanın bu bedeli öderken yaşadığı gel gitlerden örülü duvarların ötesine geçmesine engel olmak için, ne demir parmaklıklara ne de silahlı gardiyanlara ihtiyaç vardır.
Sadece bir parça Vicdan - ki insan olmanın da gereğidir kendisi- yeter kişiyi kendi kafesinde tutmaya.
Bazen müebbet olsa da yaşanan, "Sevenin" yüreği hakettiğini düşündüğü bedeli alıncaya kadardır cezanız çoğu zaman.
Aaaa, bu da konuya da uygundur dediğim günün müziği olsun, buyurun...
18 Ağustos 2010 Çarşamba
Christopher Nolan / Inception ( 2010 )
2010 Yazının flaş filmlerinden Inception'ı seyretme fırsatı buldum geçtiğimiz hafta. Salonda tek boş koltuk vardı, o da tam yanımdaki 1 numaraydı :) En önde ayaklarımı uzatarak seyrettiğim bu aksiyon ağırlıklı duygusal bilimkurgu filminden epey keyif almış bir ben olarak ayrıldım.
Benden sadece iki yaş üç gün büyük olan Christopher Nolan filmin hem senaristi hem de yönetmeni. 2000 yapımı "Memento" ve 2006 yapımı "Prestige" ile kalbimi fetheden şahsın bu filmine de tam puan verdiğimi ifade eder etmez detaylara geçmek istiyorum.
.......Yazının sonrasında filme ait detay vereceğim için bilgi edinmek istemeyenler lütfen okumaya devam etmesinler.......
Nolan günümüz dünyasında çokça prim yapmakta olan paralel evren kurgusuna alternatif olarak "Rüya" gerçeğini ele alıp aklına geldiği gibi şekillendirmiş filminde. Hayalgücü ve cesaretin yaratabileceklerinin sınırsızlığı ile tanıştırmış seyirciyi filmin her sahnesinde.
Leonardo Di Caprio'nun Dom Cobb rolü ile başrolüne soyunduğu filmin en büyük diğer sürprizi ise Marion Cotillard olmuş şüphesiz. Bu iki ismi yanyana gördüğümde "Ne alaka yaa ?" diye düşünsem de yönetmenin filmin içinde rüyadan uyanmak için dürtme zamanlayıcı olarak kullandığı Edith Piaf müziği ile yaptığı hoş sürpriz sayesinde ünlü sanatçıyı filme bağlamam kolaylaştı. Ayrıca uyarıcı olarak kullanılan parça "Je Ne Regrette Rien ( Pişman Değilim )" pişmanlıklarıyla yıkılan bir adamın seçimi olarak kullanılarak keyifli bir ironi yaratılmış :) *.
Rüyalarda dolaşarak zihnine girdiği kişilerin bilgilerini çalan Dom Cobb, bu bilgileri hazır müşterilerine satmakla hayatını sürdürmektedir. Gerçek hayat ile Rüyalardan kurduğu dünya arasında sıkışmış ve eşinin tersine o gerçekliği seçerek hayata devam etmek kararı almıştır. Ancak hırsızın bu sona kavuşması ve eşinin ölümü ile oluşan karışıklıktan aklanabilmesi için bir tek iş daha yapması gerekmektedir. Ve bu son işi birinin fikrini çalmak değil, birinin aklına başka bir fikir sokmaktır. Son derece dikkat isteyen bu işte ekibini kuran Cobb bir kaç rüya katmanı arasında kurgulanan bir dünya yaratıp kurbanını bu dünyaya çektiğinde aslında kendi korku ve pişmanlıklarını da bu dünyaya taşıyacağının farkındadır.
Bu son iş bir anlamda geriye dönüş bileti olmakla birlikte Cobb'un kendini affetme savaşının da bir parçası olacaktır. Gerçeğin acı verici tarafı ile rüyanın düş güzelliği arasında kalsa da aslında yapmak istediği tek şey kendine ait olanı yani gerçeği tekrar yaşanır kılabilmektir.
Aksiyonu hiç azalmayan, duygusal ritmini de koruyan film özellikle beyaz perdede seyredilmesi keyif verecek olan görsel bir şöleni insanın dünyasına taşıyor. Mevsimler arasında sert geçişler yaşarken birden bire gerçek ile rüya arasında gel gitler yaşatan yönetmen sert gözükse bile son derece yumuşak ve düşündürücü darbelerle seyirciyi ekrana kilitlemeyi başarmış.
İşte müthiş Edith Piaf performansı ve "Je Ne Regrette Rien"... Dinlemek için tıklayın lütfen...
Filmin IMDb sayfasını buradan takip edebilirsiniz
*Marion Cotillard 2007 yapımı "La Vie En Rose" filminde ünlü sanatçı Edith Piaf'ın hayatını canlandırarak büyük alkış almıştır.
Nolan'ın filminde bu iki ismi tekrar aynı şekilde yanyana kullanması ( Marion'un yüzü ve Edith'in Müziği ile ) ise bana göre sevimli bir saygı duruşu olmuş. Sevdim...
Etiketler:
7. Sanat Sinema ve Emek Verenler
17 Ağustos 2010 Salı
17.08.199999999999
Birkaç dakika içinde yok olan bir sürü hayat...
Yok olan şehirler, yarım kalan aileler...
Ertesi gerçekten olmayan bir gecede korkunç gürültüyü duyup da o günden beri kulağında o sesle yaşamayan kaç kişi vardır acaba ?
Deprem ülkemizin bir gerçeği, bu gerçekle yaşamak zorunda olan bir milleti sistem korumadığına göre en büyük duam Allah korusun hepimizi... Ölenlere rahmet ve bir şekilde geride kalanlara da sabır ve dayanma gücü diliyorum. Doğa insanı birkez daha sınamasın bu ülkede, kazananı baştan belli bir dövüş çünkü bu.
Google unutmamış deprem gerçeğini, yukarıdaki gibi anmış Türkiye anasayfasında. En azından belki bir vesile olur da duyarlı davranması gerekenler kaldırırlar bir yerlerini yumuşak koltuklarından, çözüm olmaya çalışırlar aslında yapmaları gerektiği gibi. Ümit bu ya...
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Eskiden
Sürekli yerinde sayıp ısrarla kendini tekrar eden insanların ne cesaretleri, ne bilgileri ne de hayalleri vardır.
Her önlerine geleni düşman belleseler de aslında bilirler ki tek düşmanları hiç sevemedikleri, değiştirip geliştiremedikleri kendileridir.
Ve ben; kendi kuyruğunu kovalayıp duran bir kedi olmayı sevemedim hiçbir zaman, ne şimdi ne de eskiden...
9 Ağustos 2010 Pazartesi
Ertesi yok yarınların...
Bir rüzgarın peşi sıra koşarken insanın görmekten mahrum kaldığı ne çok şey oluyormuş meğer. Gözünü açıp baktığında da ne geldiği yeri ne de peşinde koştuğu rüzgarı tanıyabiliyor olmak işin daha da endişe veren kısmı.
"Hayatı erteleme!" diyoruz ya durmaksızın, birbirimize sıkı sıkı tembih edip "mutluluğun sırrı burada" diye ipucu paylaşıyoruz ya hani; işte buna uyan, uyabilen, ertelemeden yaşayan var mı içinizde?
Mutluluk ne kadar zormuş, büyüdükçe farkettim. Eskiden yarınlar upuzun gelirdi, çözümler de basit. Hem yaşayacak çok şey vardı hem de yaşanacak pek çok mutluluk. Hayaller kadar güzel olacak bir geleceği bekleye bekleye geçip gidiyormuş aslında gelecek. Ve o gelecek, bir daha gelmeyecekmiş üstelik. Tek bir zar atma şansın varmış ve sen o zarı da çoktan atmışsın, ne denir ki...
Sonsuza kadar sürmeyecek bir yolculukta hep yalnız, hep mutsuz insanlarız belki de. Yüzlerimize oturtup gülüşleri yüreğimize gömüyoruz hıçkırıkları.
Ertelediği herşeyin de aslında büyük bir yalan olduğunu anlamış, hayattan kocaman bir ömür alacağı olan, orta yaş sendromu mağduru ruh haliylen güne uyanan, üstelik karaktersiz yarı ağlak bir İstanbul gününe katlanan bu kadından tüm erteleyenlere selam olsun...
Bu da günün şarkısı olsun madem, tıklayın lütfen...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)