22 Şubat 2011 Salı

Ya Senin Doğanda Ne Var?


6.Dağ Filmleri Festivali başlıyor.

01-06 Mart Tarihleri arasında İstanbullu sanat ve doğaseverlerle buluşacak olan festival, yüklendiği misyon ile oldukça büyük bir sorumluluğun altına girmiş durumda. Çevre, doğa, spor bilincinin uyandırılmasının yanısıra sanatın ve sanatçının da olaya katılımını sağladığı için çok önemli bulduğum festivalin gösterimlerinin tamamen ücretsiz olması ise ayrı bir alkışa değer konu tabii...

Festivalin resmi web sitesine ve diğer illerdeki etkinliklerine buradan ulaşabilirsiniz.

Programın İstanbul ayağında şimdilik ilan edilmiş program şu şekilde,

1 Mart 2011 - SALI (Fransız Kültür Merkezi)
19:00 AÇILIŞ TÖRENİ
20:00 Vatanım 99'

2 Mart 2011 - ÇARŞAMBA (Fransız Kültür Merkezi)
14:00 Rubaix'ye giden yol 115'
16:15 Baharı beklerken 30'
17:00 Kırmıtlı'nın çapkınları 50'
18:00 En uzun yol 5'
Uzun ince bir yoldayım 3'
Beklerken 8'
19:00 Bisiklet Rüyaları 108'

3 Mart 2011 - PERŞEMBE (Fransız Kültür Merkezi)
14:00 Gaston Rebuffat 51'
15:00 Ordu'da bir Argonot 72'
16:30 Suyun öyküsü 50'
17:30 Hava akrobasisi... 26'
19:30 İrtifada Night Club 18'
20:00 Hayale bağlanmak 50'
22:00 Parti : Ghetto
23:00 "Festivalde Şehir Macerası" ödül töreni

4 Mart 2011 - CUMA (Fransız Kültür Merkezi)
14:00 St.Elias dağı 90'
15:45 Klunkerz 83'
17:30 Bir avuç cesur insan 85'
19:30 Engelsiz Tırmanış 20'
20:00 SÖYLEŞİ : Necdet Turhan, Nevzat Öntaş

5 Mart 2011 - CUMARTESİ
(Fransız Kültür Merkezi)
12:00 Sarı inci 32'
13:00 Anadolu'nun isyanı 25'
14:00 Bir avuç cesur insan 40'
14:45 SÖYLEŞİ : HES'LER
16:15 Makalu 56'
17:30 Görüş Doğrultusu 30'
18:00 SÖYLEŞİ : MTBTR.COM
19:00 "Çekgetir!" filmleri
20:00 "Çekgetir!" ödül töreni


(AYNALIGEÇİT)

12:00 Likya Yolu… 30'
12:30 Ekstra Kuru 26'
13:15 Yükselen bir yaşam 57'
14:30 Fırtınadaki mucize 60'
15:45 Vatanım 99'
18:00 Tek başına 60'
19:00 Denizi aşmak 54'



6 Mart 2011 - PAZAR (AYNALIGEÇİT)
12:00 İmzalar 51'
13:00 Kar 20'
13:30 Karanlığın içine 15'
14:00 Guy Lacelle 18'
14:30 Dünyanın çatısına tırmanış 42'
15:30 İnci kefali 16'
Pagan mağarası 5 '
Put mağarası 5'
17:00 İfakat 45'
18:00 3 mevsim bir ömür... 77'


Amatör bir doğa katılımcısı olarak, programın hepsi çok ilgimi çekmekle birlikte HES'lerle ilgili söyleşiye katılmayı özellikle istiyorum. Umarım programımda bir aksaklık olmaz da hayal ettiğim gibi orada olabilirim.

Etkinlikler arasında bir çeşit oryantirik/orienteering tadında yarışma dikkatimi çekti, ona da buradan ulaşabilirsiniz.

Festivalin web sayfası son derece geniş bir içeriğe sahip, festival öncesinde kesinlikle incelemenizi tavsiye ederim.

Sevgiler



------Görsel alıntıdır--------

19 Şubat 2011 Cumartesi

İkİ


20 Şubat 2009 - 20 Şubat 2011...

2 Yıl olmuş bu bloga ilk yazıyı eklediğimin üstüne, şaka gibi.

Vişne şarabımın dibini görmüş, bangır bangır Nilüfer 12 Düet albümü dinler haldeyken ve bir kaç saat önce ilk 5D sinema tecrübemi, oğlumun eğlenceli çığlıklarıyla yaşamışken, üstelik saçı başı dağıtıp kahkahalar atarken bir yandan da dışarıdakilerin seyrettiğini bilip, ufaktan izleniyorum meselesinin tüyler ürperten rahatsızlığı yaşayıp etkisinden hala kurtulamamışken... Oturduğum şu ekran karşısında ne yazabilirim, bilemedim.

Sadece; vakit ayırıp okuduğunuz, sıcak yorumlarınız, neşeli "merhaba" mailleriniz ile beni yalnız bırakmadığınız, Sokak Kedisi ile Kahve Altı facebook sayfasında desteğinizi esirgemediğiniz, kendimi var saymama, hatta 'sokak kedisi' ruhuma rağmen, yüreklerinizi açarak evlerinizin kedisiymişim gibi hissetmeme izin verdiğiniz için; hepinize teşekkür etmek istiyorum.

Dünyamı paylaştığım sizler; benimle dünyalarınızı paylaştığınız için hepinize şükran duyuyor ve kucaklıyıp tek tek öpüyorum...

Teşekkürler....



------Görsel alıntıdır--------

15 Şubat 2011 Salı

Tesadüfler Her Yerde...



"Aman gene mi film" demeyin ne olur, çok içimden geldi her ikisini de yazmak, tutamıyorum kendimi. Dertleşmek istiyorum belki biraz sizlerle, ya da belki de her iki filmde de beni kendine çeken bir teneke kutudur, olamaz mı sizce :)

Geçtiğimiz hafta bir gece tam 7 hatun kişi toplanıp Palladium'a sinemaya gittik. 21:45 seansı öncesinde Polonez'de biraz atıştırdıktan sonra herkes çantasındaki mendilini kontrol etti ve girdik salona...

4 Kişi önde, 3 kişi de hemen arkalarındaki sırada aldığımız yerlerimize oturduk ve film başladı.

Film hakkında hiçbirimiz fikir sahibi değildik o güne kadar, ancak gitmemden yaklaşık 4-5 saat önce gözüme çarpan bazı yazılar yüzünden ne yazık ki aşağı yukarı senaryo hakkında fikir sahibi oluverdim. İşte o andan itibaren başladım düşünmeye, gitsem mi... gitmesem mi... Tam vazgeçme noktasına gelmiştim ki telefonda "Bahane yok, geleceksin" diyen arkadaşımın sesini duydum. Eğer gitmek istememe sebebimi paylaşacak olsam filmle ilgili detay vermiş olacağımdan, hem de verecek olduğum kendi tepkilerimi merak ettiğimden dolayı gittim itirazsız. Şşşt Neslihan, seviyorum seni :)))

Ve uyarı!!!

Aşk Tesadüfleri Sever'den bahsediyorum. Eğer filmi seyretmediyseniz ve seyredecekseniz yazının kalanını okumayın lütfen, bolca detaya girmek üzereyim zira az sonra......

Devam edelim şimdi kaldığımız yerden...



Filmin başında öyle güzel bir giriş yapmış ki yönetmen, geçmişe özlem duymadan seyredebilmek mümkün değil. Esas oğlanın baba mesleği de olan fotoğrafçılığın; 70'li yıllardaki o meşakkatli günlerine götürmüş bizi. Makaralar, karanlık odalar, kağıt giyotinleriyle dolu dolu bir fotoğrafçılık belgeseli tadındaki sahneleri seyrederken, neredeyse sararıp gitmiş kağıtların rutubetli kokusunu bile hissederken, aklının bir köşesiyle şimdiki dijital sanatçıların çalışma şekil ve koşullarına gidiveriyorsun bir şekilde. Ve hiçbir kıyas sahnesi kullanılmadığı halde, günümüzde yapılanın fotoğraf sanatçılığı olup olmadığını sorguluyorsun illaki.

Film içindeki "tesadüf" sahnelerinde son derece güzel kurgu ve geçişler yapılmış, meseleyi bildiğin halde; basit veya sıradan gelmiyor sahneler, akıcılığını hiç yitirmiyor.



Kasta baktığımda Belçim Bilgin Erdoğan ismi şaşırtmıştı beni, nasıl bir seyri olacağını tahmin edemeden gittim ama son derece pozitif bir bakış ile geri geldim. Olmuş, gayet de başarılı olmuş üstelik. Doğallığı "bizim evin kızı" havası vermiş, pek yakışmış. Çocukluğunu oynayan minik yıldız Reyhan Asena Keskinci'ye de kocaman alkış...



Mehmet Günsür ise kabul etmek lazım gerçekten çok hoş ama her gördüğümde bir çocuk, bir evlat görmüşüm hissi uyandırıyor bende, bir türlü erkek sıfatını giydiremiyorum ki konuştuğum pek çok arkadaşımda aynı hissiyatta olduklarını söylemişlerdi. Ve o duyguyla seyredince kastın en büyük başarısı olduğunu düşünmek en olası sonuç zaten.

Neyse, bu iki genç, geçmişten kopup gelen bir fotoğraf sayesinde İstanbul'da karşılaşır ve tanışırlar. Aslında daha ilk doğdukları andan itibaren kaderlerinin onları birarada tuttuğunu izleriz film boyunca. Hayatlarının her anı tesadüflerle doludur ama kader onları biraraya getirmek için zamanını beklemektedir.



Tanışmalarıyla birlikte yavaş yavaş geçmişin de düğümlerini çözüp hatıralarını yaşarlar tekrar, tekrar. Ve aşk; daha ilk andan geliyorum der :)

Filmin akışında zaman zaman nefes nefese kalan esas oğlanın kalp hastası olduğunu ve çocukluğunun hastane koridorlarında, ilaç şişeleri içinde geçtiğini öğreniriz.

İşte bu andan itibaren bende film kopar!!!

Anne ve baba rolünü oynayan Altan Erkekli ve Şebnem Sönmez bu sahnelerde o kadar başarılıydılar ki ilk duydukları anda yaşadıkları gel gitleri, çaresizliği, ölmek isteğini suratlarından okumak mümkün oldu desem yeridir hani.



Beni de devirdiler desem o da abes olmaz zira ortak geçmişimiz bu paralelde kesişti.

Çünkü; benim oğlum, aşkım, canım sevgilim de; doğumsal kalp rahatsızlığı yüzünden geçtiğimiz yıllarda büyük bir açık kalp ameliyatı geçirmek zorunda kaldı. Ve henüz doğar doğmaz öğrendiğim bu gerçek ile savaşım, kabullenme sancılarım, onu yaşatma ve iyileştirme mücadelem, kendimi ayakta tutmak için harcadığım çaba, isyan etmemek için ortaya koyduğum kavga öyle büyüktü ki yıllarımızı yedi, bitirdi...

Onu korumak, kollamak için harcadığım efor boyumu kat be kat aştı ve zaman zaman o küçücük bedeni ile bu korumacı tavrıma öyle büyük tepkiler verdi ki çaresiz bırakmak zorunda kaldım peşini. Ama hep tedirgin, hep panik, hep üzgün oldum. Koşma, yorulma, terleme, zıplama, kaldırma, atma, itme, çekme diyerek geçti 7 yılımız. Biliyorum ki gelecekte de bu böyle devam edecek... Yasaklarına uymayacak, uysun diye sınırlamak zorunda kalacağım. Sınırladığım için kızacak, kızdığı zaman küsecek, küstüğü zaman gidecek... Ve ben çaresiz hepsine rağmen gene de sınırlamaya devam etmek zorunda kalacağım. Allah kimseye yaşatmasın diyorum da başka birşey demiyorum...

İşte o yüzdendir ki bu filme objektif olabilme imkanım çok fazla yok belki de. Filmin her sahnesinde ben Şebnem Sönmez oldum, Altan Erkekli oldum, Mehmet Günsür oldum, ağladım, ağladım, ağladım... Hele ki doktor kartvizitini uzattığında komple koptum, bizim ameliyatımız da o hastanede yapıldığı için. Filmin konusu da tesadüfler değil miydi zaten...



Ancak konuyu aktarırken "seyirciyi ağlatmaya çaba sarfetmiş" görmedim ben olayı. Çünkü herkes bambaşka sahnelere tepki veriyordu gördüğüm kadarı ile. Yanımda oturan ve hiç tanımadığım kadın, finaldeki nakil sahnesine kadar hiç ağlamadı mesela, ben yanında hüngür hüngür ağlamakta olduğum halde. Arkamdaki koltuktan kaza sahnesine kadar hiç tepki gelmedi. Arkadaşlarımdan biri kızın babasının evi terkettiği sahnede koptu, bir diğeri kızın eski sevgilisinden ayrıldığı sahnede. Kimisi de bir tek gözyaşı dökmeden ama ilgi ile izledi filmi.

Yani diyeceğim o ki filmin içinde "halkı ağlatalım da filmi sevdirelim" gibi bir duygu hissetmedim ben, o kadar ağladığım halde. Ölüm ve felaket sahnelerinde hiç abartı yoktu, sadece ruh halleri suratlarına yansımış bedenleri izledik perdede, usta tiyatrocuların en büyük enstrümanları olan ses ve mimikleri renk vermiş sadece bu sahnelere ve iyi ki de öyle olmuş.

Sesin ve sessizliğin kullanıldığı sahneleri de çok başarılı buldum ben, esas oğlanın heyecanlandığı ve kalp atışlarının duyulduğu sahneleri özellikle.

Esas kızın, rolü icabı beyaz martı kıyafetiyle sahneye düştüğü anda, üstündeki kostümün kefen çağrışımı biraz fazla klişeydi belki ama onu da kusurdan saymadım bile. Eski sevgilinin verdiği kötü haber, "tesadüfün böylesi de abartı artık"dedirten anlardandı belki ama o kadar az battı ki gözüme, bunu da görmezden gelmem kolay oldu. Son sahnedeki organ bağışı sahnesine takıldı bir arkadaşım, "kızı ölmüş kadına organ bağışı yap nasıl denir, abartmışlar, saçmalamışlar" diyerek eleştirdi sahneyi. Ama ben yaşadım, biliyorum. Malesef aynen böyle oluyor. Beyin ölümü gerçekleştiği anda konu ile ilgili görevli birim hemen ailenin yanına gelip bu konuda bilgi verip mümkün olursa rıza almaya çalışıyor. Bu da onların sorumluluğu ne yazık ki.

"İllaki seyredin" diyebileceğim filmlerden olmasa bile bence seyri vakit kaybı olmayacak filmler arasındadır Aşk Tesadüfleri Sever. Tabii eğer sağda solda yazılı abartılı beğeni yorumlarını okuyup, üstüne de o havaya girip büyük beklentiler peşine düştüyseniz sonuç hayalkırıklığı da olabilir, uyarmadı demeyin :)

Çok uzattım, hissettiklerimden bahsetmeden bakış açımı görebilmenizin mümkün olmayacağı endişesiyle; bir film yazısında, sık rastlanmayacağı şekilde bolca da özele girdim, affola :)


Filmin resmi sitesi burada, teneke kutuyla açılıyor üstelik ;)




------Görseller alıntıdır--------

14 Şubat 2011 Pazartesi

Var mısın?



Hikayeleri bir oyun ile başlamıştı.

Julien ve Sophie "Var mısın?" diye başladıkları bu oyundan hiç vazgeçmediler, tıpkı birbirlerinden vazgeçmedikleri gibi.




Bir biri, bir diğeri kazanırken büyüdüler, değiştiler. Sophie oyunun renginin değiştiğini farketmiş, kazanmaktan çok Julien ile olmanın önemini farketmiş olduğu halde; Julien için oyun herşeyden önemliydi. Sophie'den bile... Ve bu gerçek acıtırdı her kadının kalbini...

Ve evlendiler...



Başka insanlar ile...

Julien, hayatın anlamını oyuna bağlamaktan vazgeçip Sophie'ye olan aşkını kabul ve itiraf edene kadar onlarca yıl geçti. Onlarca anlamsız yıl!



Ama nihayet onu geri kazanmayı, esas ödülü; Aşk'ı yaşatmayı başardı.



Hayat bir oyun ve herkes bu oyundaki arkadaşını/eşini bir tek defa seçer aslında. Doğumdan ölüme kadar sürecek büyük bir sınavın ilk adımı bu ve doğruyu seçenler sağ kalırken, yanlış seçimlerinin bedelini, ruhlarını öldürerek ödeyenlerle dolu dünya.




Adına Aşk denen bu seçimde hep doğru adımları atabilmeniz dileğiyle,

Mutlu olun,
Mutlu kalın...







Film ( Jeux D'enfants / Love Me If You Dare ) hakkında bilgi burada

10 Şubat 2011 Perşembe

Blogger Tipleri

Ne zamandır böyle bir yazı yazmak isteğindeydim ama gerekli gereksiz alınanlar olur, bu durum da beni üzer diye düşünüp vazgeçiyordum.

Sonra, blogumu takip eden isimlere uzun uzun bakıp, bu kitlenin sağduyusuna güvenmem gerektiğini farkettim.

Ama gene de eklemek isterim ki sözüm meclisten dışarı arkadaşlar, üstelik sadece biraz mizah olsun ve haliyle birazcık da özeleştiri olsun diye oturdum ekran başına.

Öperim hepinizi :)


1 ) Copy - Paste ( kopyala - yapıştır ) Üreticiler


Bu blog yazarları oturup kendi bilgi ve birikimlerini paylaşacaklarına enteresan bir şekilde işin kolayına kaçarlar. Mesela, en yakın dostları olan arama motorlarına yazdıkları kelimelerin peşine düşüp buldukları hemen her yazıdan alıntılar yapıp atarlar bir kenara. Daha sonra topladıkları alıntıları birleştirip, araya birkaç süslü cümle sıkıştırıp sanki kendi yorum ve bilgileriymiş gibi koyarlar okuyucunun önüne. Altında kendi imzalarıyla tabii...

Hatta bazıları öyle özensiz ve baştan savma yaparlar ki bu işi, yazının başında girdikleri konunun, yazının sonuyla ilgisi bile olmaz. Leke çıkarıcıları listelediği yazıda kedi kumu markası vererek bitirenleri bile olur yani. Bir yazarın bir tek cümlesini okuduğu için, kendini o yazar hakkında herşeyi biliyor sanıp, gerekli gereksiz ahkam kesenlerine de rastlarsınız, bu bulduklarını birleştirme işi sayesinde kendilerini hakikaten "olmuş" sayanlarına da.

2 ) Hamarat Ablalar



Bu arkadaşlarımız o kadar marifetlidirler ki yaptıkları her iş muazzam başarılı olur. Yemek yapmayı, dikiş dikmeyi, temizlikte "en" olmayı, çocuk büyütmeyi, alışverişte tutumlu ve seçici olmayı, dekorasyon konusunda guru olmayı, pratiklikte gösterdikleri üstün yetenekleri tamamen doğuştan ve Allah vergisidir.

Verdikleri tariflerde genelde "kolay, mükemmel ve evde bulunan malzemeden olup her kabiliyetsiz insan evladının becerebileceği seviyede" olduğu yazılsa da beni bu kategoriden bile muaf tutmak gerektiği açıkca görülmektedir.

Öperim hepsinin ellerinden...


3) Alıntıdan Blog Yaratanlar



Bazıları gerçekten emek hırsızlığı yaparak var olduğu için sopalık olan bu alıntıcıların, bloglarına girdiğinizde bir resim, bir cümle, bir video, bir müzik ile oluşturulmuş, hepsi ayrı bir yerlerden toplanmış bir sürü şey görürsünüz alt alta. Mesela bir şarkının ilk dört satırını yazıp altına görsellerden bulunmuş bir resim koyar ve basar yayınla seçeneğine. Veya bir yazıyı komple alıntılar, zaman zaman yazının başlığını kendince değiştirir, gene bir görsel ekleyip alıntı olduğunu yazmak zahmetine bile girmeden basar gene yayınla seçeneğine.

Genelde kendi üretimini bulamazsınız blogunda, hepsi sağdan soldan alınmış ve beğenildiği için taşınmıştır o bloga. Karşılarına geçip, "bu hırsızlıktır" dediğiniz zaman; bazıları gerçekten yaptıkları işin emeğe saygısızlık olduğunu bilmediklerini iddia etseler de tutup bir blog açacak kadar kabiliyet sahibi olup, internet denen ortamı rahatça kullanabildiklerine bakıp da bu bahaneye inanasınız gelmez hani...

4 ) Template Manyakları



Değişememekten huzursuz tiplerdir genelde bunlar. Durmadan yeni bir temanın peşine takılıp değiştirirler bloglarının görüntüsünü. Ben bu tiplerin, hayatlarında çok monoton ve kısır oldukları için kendilerini tema değiştirerek mutlu ettiklerini düşünüyorum bazen. Ya da ben o kadar sıradanım ki bana batıyor.

Alıştığınız sayfa düzenini yerle bir bulursunuz bloguna girdiğinizde, bazıları abartıp gün içinde bir kaç deneme dahi yapıp sizi salağa çevirirler hatta. Siz daha alışamadan pat! yeni bir yüzle gelirler karşınıza. İçerikle değil makyajla ilgiliyseniz sorun olmaz ama benim gibi alışkanlık takıntılı tiplerdenseniz anlaşabilme ihtimaliniz zordur.

5 ) Alışkanlık Takıntılılar




Hah işte ben gibi olanlar...

Bu tipler başta biraz sancı çekip içlerine sinen template'i bulduktan sonra asla değiştirmezler stillerini. Beceremediklerinden değil, değişmeyi sevmediklerinden. Benimsedikleri tarzın dışına çıkmak ölüm gelir onlara, alışamaz ve kabullenemezler sonradan yaşanan değişiklikleri. Zorla senede bir "hadi bir güzellik yapıyım okuyucuya" diye yola çıksalar da daha deneme aşamasında vazgeçip, gerisin geri aynı temaya dönmüş bulurlar kendilerini gene...

Takıntılıdırlar fena halde. Araştıracak biri olup da peşine takılacak olursa bu tiplerin, göreceği şey aşağı yukarı standarttır. Hep aynı fincandan kahve içip hep aynı marka kalem kullanıyordur mesele bu blogger tipleri. Saç tarzı sık değişmez, giyim stili sabittir. Kendine kavuştuktan sonra edindiği tüm alışkanlıklara, buna blogu da dahil olmak üzere deli gibi bağlıdır işin kısası...

Ikına sıkına da olsa, zorlana zorlana yaptıkları tüm değişiklikler kalıcıdır hayatlarında da, bloglarında da. Zor değişir ama değişince kalıcı olurlar.

Bu tiplerin okuyucuları da sürekli aynı tarzı görmekten sıkılıp bunalırlar...


6 ) "İzle Beni, İzleyim Seni"ciler



Bir bakarsınız gelmiş blogunuza, sizi izlemeye almış, cici bici yorumlar bırakmış. "Bana da beklerim" diye bitirmiş cümlesini.

Gidip siz de ona cici bici bir yorum bırakırsanız, izlemeye alırsanız sizden iyisi yok. Ama yok, sizin ilginizi çekmediyse veya herhangi bir sebepten izlemeye almadıysanız, ya da gizli takipçi olarak izliyorsanız vay halinize! Bir anda eksilir gider listenizden. Yolda görse selam vermez. Böyle de haindir hani... Çok izleyici olunca çok alkış alınıyor mantığından yola çıkarak "Alkışlarla Yaşayan Tiplere" de benzetiyorum ben bunları ama onlar gibi seçici olmamaları ayrıldıkları en bariz nokta bence.


7 ) Alkışlarla Yaşayanlar



Bu tipler yazdıkları her yazının altında bir yorumunuz olsun diye sizi de kendilerini de yıpratırlar. Israrla neden yazmadın? sorgusuna muhattap kılarlar sizi. İzleyici sayıları artsın diye blog blog gezip anlamlı, güzel yorumlar yapıp, izleyicileri arasına katarlar sizi de. Sırf siz de ona gelin diye. Ama bunu dile getirmezler "İzle Beni"ciler gibi. Daha örtbas edilmiştir bu beklentileri. İzledikleri blogları seçerler, "İzle Beni"cilerin aksine. İzleyicilerinin kalabalığı ve şakşak kapasitesi önemlidir ama öyle herkesi de beğenmezler.

Şakşakcılarının kapasitesi de sizi dehşete düşürür zaman zaman. Öyle ilginç beğeni cümleleri okursunuz ki şaşakalıp ya nasıl bir sevgidir bu, nasıl bir iletişim şeklidir diye ağzınız açık öyle aptal olursunuz ekran karşısında. Bir nevi tapma hali, ikonlaştırmış olma duygusu vardır hatta satırlarda. Yuh! dersiniz, geçersiniz.


8 ) "Küstüm, Gidiyorum"cular



Anlaşılamadıklarına dair ardarda bir kaç yazı yazarlar, kendimi ifade edemiyorum derler, olmuyor işte derler ve birden bire yok olurlar. Giderken de ne bir mail adresi, ne bir bilgi ne de bir iz bırakırlar.

Ben bu alemde bunların " Çok hastayım", "Çok fenayım" ve hatta "Öldüm" diyenlerine bile rastladım bu arada, o yüzden artık hiçbir şeye şaşırmıyorum. İstismarcı bir gruptur, çok yaklaşanı duygusal olarak ezip geçerler. Çoğu fake olup gerçekmiş gibi yapmak en büyük becerileridir.


9 ) Filezoflar




Bu tipler bazen öyle yazılar yazarlar ki okuduktan sonra kendinizi tokatlamak istersiniz. Konuya bakış açıları, yarattıkları zenginlik ve sonuçta vardıkları nokta arasındaki sıçrayışlar sizi kendinize getirip, ciltlerce kitap okumuşsunuz doygunluğu yaratır. Bazen üç cümlede özetlerler tüm ömrünüzce çözmeyi beceremediğiniz bir denklemi veya sayfalarca yazarlar uç bir nokta hakkında. Ve siz şapka çıkarırsınız karşısında.

Yemin ediyorum var böyle bloggerlar da, üstelik listemde öyle çoklar ki...

10 ) Asabi Abiler, Ablalar




Hep öfkelidir bu tipler. Blogunda deşarj olduğunu izlersiniz satırlar boyunca. Topluma tepkilidirler, eşlerine, ailelerine, arkadaşlarına, patronlarına, komşularına. Hatta ev eşyalarıyla kavga edenlerine bile rastlamanız olasıdır. Hep bir hır gür vardır yazılarında. Hareketi bol, öfkesi yüksektir genellikle ve arasıra yorum anlarına kadar sıçrar bu kontrolsüz öfke...

Biraz acıların çocuğu kıvamında arabesk gelse de bana bu tavır, öfke hep çekici bir güç olmuştur izleyiciler arasında. Gene kime sıçradı acaba merakıyla izlenir pek çoğu.

11 ) Kuralsız, Kanunsuzlar




Kendi yarattıkları dil ile yazarlar yazılarını. Türkçe dilbilgisi kurallarına uymadıkları gibi çoğu zaman canları istediği gibi yazıp siz anlayın diye beklerler. Bu kuralsızlık ve Türkçe açısından kirlilik gibi gözükse de bazıları o kadar kolay benimsetirler ki tarzlarını, kendinize şaşırırsınız. Varolmayan kısaltmaların mucidi, olur olmadık kelimelerin mimarıdırlar.




------Görseller alıntıdır--------

8 Şubat 2011 Salı

Belki / Keşke




Söylenmemiş kelimelerin yasını tutarmış meğer yürek, kendi fırtınasında savrulamayan öfkeler dağıtırmış üstelik dört bir yana

Keşkeler çıkmazında yolunu kaybedip gene hep o aynı keşke kıyılarına vururmuş

Aklını tutsak eden kelimelerle sessizce dövüşürken binlerce el uzanırmış boğazına

Ve

Sıkar, sıkar, sıkarlarmış olanca kuvvetleriyle

Ama ümit bu ya, bir gün... belki... diye, zamanı gelir belki... diye, dökülür kelimelerim belki...diye direnirmiş yürek hepsine

Ve

O gün geldiğinde haykıracağı hayalini kurduğu tüm kelimelerini unuturum korkusuyla hep tekrarlarmış içten içe, gene "belki" diyen bir ümitle bütün keşke'ler arasında


* Güzel Yürekli Kadın'a dip not; dilerim bir gün sessizliğinden sıyrılır ve düşer kelimelerin tam da yerine...







------Görsel alıntıdır--------
Free Counter