27 Mayıs 2010 Perşembe

Bir Milleti Temsil Edebilmek...

Hadise meselesi ile ilgili tarafların yaptığı konuşmaları, yazdığı yazıları izledim birkaç gündür.

Ne lüzumsuz bir iştir bu anlamadım gitti...

Hadise o gün, o stadyumda sadece sanatını icra etmiş ama İstiklal Marşı'mızı okumamıştır, ancak marşımızı kendine malzeme etmiştir. Hepsi bu! Sadece kendisini sergilemiş ama milletimi temsil etmemiştir. Edememiş, bu kültürün bir parçası olmadığını bgu tavrıyla da açıkca ortaya koymuştur.

Tepki verenlerin hepsi yerden göğe kadar da haklıdır üstelik. Bazı şeyler dokunulmazdır ve öyle kalmalıdır.

Neden mi?

Bir süredir memleketim insanı üstünde yapılan tahribatı görmeyen var mıdır acaba ? Sanki bu halk yıllardır dinsizmişcesine Din simsarlığı yapılarak aslında Araplaştırılan, kasıtlı olarak cahilleştirilen, fakirleştirilen ve bu sayede önüne atılan üç kuruş ile kolaylıkla güdülen bir kitle haline geldiğimizi görmüyor musunuz hala?

Sistemlerimizin çökertilip sistemsizliğin ve yandaşlığın ayyuka çıkarıldığı, seviyesiz politikacılar ve işbirlikcileri çingene kurnazı soytarılar sayesinde bukalemun gibi renkten renge giren bir kalabalık haline geldiğimizi görmüyor musunuz hala?

Dilimizi önce şivelere yayan, sonra da amerikanlaştıranların üstümüzde ne kadar başarılı olduğunu görmüyor musunuz hala? Hani Türk dili? Turkche değil Türkçe diye pankart açacak hale geldik, anlamıyor musunuz hala?

Bizim olanları bırakın korumayı bilakis dejenere edilmiş haline o kadar çok sempati duyar hale geldik ki Hadise'nin bu eylemine bile alkış tutuyor, gruplaşıp "Aaa sanat işte bu ya!" diye entel dantel muahbbetine giriyoruz.

Cumhuriyet dururken olayı Başkanlık sistemine çevirmek isteyen bir iktidar, Laiklik varken şeriatı övüp duran bir medya, kardeşlik ve eşitlik yaratan Türklük kavramı varken meseleyi açılım süsü ile Kürt, Türk, Ermeni, Çerkez, Romen meselesi durumuna getirip bizi bölüp yoketmenin tohumlarını sistemli bir şekilde yüreğimize sokan bir sürü kukla varken etrafımızda...

Ve onlardan üzüntü duyup yitip giden değerlerimize kahrolurken artık daha fazla BAŞKALAŞTIRILMAK istemiyoruz, istememeliyiz.

Yapma Hadise, bu çirkinliğe, bu karanlığa maşa olma sende. Niyeti iyi olabilir, kalbi temiz olabilir ama ortaya çıkan sonuç ortada işte.

İstemiyoruz bize ait olanın değişmesini. Hadise kendi aklınca daha güzel hale getirdiğini düşünmüş olabilir ama bu bir marş ve değiştirilemez... En azından bu milleti temsil etmek için söylenirken bu yapılamaz. Kriter de bu olmalı değerlendirirken. Devletin bu konuda gereken tedbiri alması, olayı tekrar edilemez hale getirmesi gerekirken hiçbir şekilde müdahil olmaması da düşündürücü...

Madem çok istiyor, "ben değiştiririm" diyor o halde yapsın bir single, üstelik çok canı isterse bir arabanın üstüne yarı çıplak uzanıp bu yorumuyla söylerken bir de klip çeksin, istediği gibi okusun. Bakalım kimler beğenip alıyor.

Ama kim olursa olsun milletimi temsil etmek için söyleyecek ise eğer kuralına uyarak ve sözleriyle, makamıyla adam gibi okumalıdır. Aksi durum, halkına da atalarına da saygısızlıktan başka birşey değildir çünkü.

Dinlemeyen varsa eğer, buyurun dinleyin

hadise istiklal marşı mızı okudu | izlesene.com







.............(Görsel alıntıdır)..........

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Kırmızı Kart




Cebimdeki kırmızı karttan şu saniye nasibini alanlar:

..Yalanı üstüne giymiş sahtekarlar

..Sevgiyi sadece diline dolamış, yüreğinde barındırmaktan aciz zavallılar

..Kendini dev aynasında gören duygusuz tıfıllar

..Saygısız, kaba, ahlaksız, eğitimsiz olup buna rağmen "İyi İnsan" olduğunu iddia eden serseriler

..Sıfatına güvenip kendini bulunmaz Hint Kumaşı sanan gereksiz paçavralar

Benim dünyamda oyundışı kaldınız, derhal dışarı!




.............(Görsel alıntıdır)..........

23 Mayıs 2010 Pazar

LOST...



İlk 3 sezonunu nefes almadan seyrettiğim, sonrasında biraz da araya giren uzun bekleyişler ve kendi koşturmalarım nedeniyle ilgimi ufaktan kaybettiğim kitleleri peşinden sürükledi denecek nadir dizilerden biri olan LOST nihayet finaliyle karşımızda...

Finalde ne olacak bilmiyorum, hali hazırda 5 bölüm kadar da gerideyim ama bir süredir sanki sonunda yaşanan herşeyin bir simulasyondan ibaret olduğu ortaya çıkacakmış gibi hissediyorum. Biraz Suretler ( Surrogates - Jonathan Mostow ) biraz da Avatar ( Avatar - James Cameron ) tarzında bir bağlama bekliyorum finalde, bakalım ne ile karşılaşacağız :)

Final bölümünü Dizimax'de Amerika ile aynı zamanda izleyebilirsiniz. Bilgi için : Digiturk





.............(Görsel alıntıdır)..........

21 Mayıs 2010 Cuma

Yazıyor... Yazıyorummm...


Son yıllarda günlük programım içerisinde mevcut olan hareketliliği kontrol edemez hale geldiğimin farkındaydım aslında. Bir süredir değil dostların önemli günleri veya onlara söz verdiğim günleri aklımda tutmak, kendim için yapılacakları bile planlayıp aklımda tutmakla ilgili ciddi sıkıntı yaşamaktaydım.

Çok kalabalık olmaktan, hareketin hiç bitmemesinden, günlük rutinin bile sürekli değişken olmasından dolayı bu durumu pek önemsemiyordum. Gençlik de var ya akılda, nasılsa tutarım aklımda diye düşünüp kendime fazlaca yükleniyordum sanırım..

Herşeyi aklıma yazıp oradan kontrol etmeye çalışırken yoruluyor, unutuyor bir de hatırlamaya çalışırken "neydi...neydi yaaa... offf neydi???" diye dolana dolana uykusuz geceler geçiriyordum.

Geçtiğimiz günlerde yakın bir arkadaşımın amniyosentez yaptıracağı günün tarihini sürekli unutup, döne dolaşa kendisine "Ne zamandı? Bak hatırlat bana mutlaka" diye defalarca anı tekrar ettirince yedim fırçayı " E yaz artık bi kenara " diye :/

Durdum. Düşündüm.

O zaman farkına vardım ki artık eskisi gibi araba plakalarını ezbere bilmiyor hatta kendi aracımızın plakasının harften sonra gelen rakamlarını bile hatırlayamıyordum.

Yaklaşık 15 yıl kadar önce 100den fazla olan telefon numarası hafızamın en fazla 10la sınırlandığını da farkettim o saniye :(

Arabayı otoparka bıraktığımızda dönüp oğluma, "aklında tut annecim Mavi otopark, G5" diyor olduğum gerçeğiyle resmen tokatlandım...

İsimleri hatırlıyor, yüzleri unutuyordum. Gidilecek filmi biliyor ama seansını unutuyordum. Birkaç dakika önce okuduğum bir şeyi hatırlayamıyor tekrar geri dönüp bakmak zorunda kalıyordum.

En basit Ne zaman? sorusu bile yanıtlanamıyordu tarafımdan; geçici hafıza kaybı gibi. En son diş doktoru randevumu kaçırdığımı bile, randevu tarihinden 3 gün sonra kliniğin santralini "benim randevum ne zamandı" diye sormak için aradığımda farketmiştim :0

Eskiden ezbere bildiğim yıldönümlerini artık davet edildiğimde hatırlar, verdiğim sözlerin tarihlerinde bile sıkıntı yaşar hale gelmiştim.

Yediğim bu fırçadan sonra biraz aklım başıma geldi ve kendi kendime artık çok fazla genç olmadığımı, hafızama ve dinamizmime güvenmemem gerektiğini anlattım defalarca. İnsan hafızasının geçici bellek denilen alanın tarafımdan tıka basa doldurulduğu ve daha faydalı kullanma şansımın yok edildiğini hissettim ciddi şekilde. Kızdım kendime.

Şu çok yapmacık olduğunu düşündüğüm işi yapmanın, not tutmanın zamanı gelmişti anlaşılan artık benim için de.

Nedense birilerinin benim doğum günümü bir anımsatıcı ile hatırlamış olma ihtimali bile canımı sıkacak bir detaydır benim için. Mantığım düzdür, eğer ben önemliysem, özelim yazmaya gerek duyulmadan ezbere bilinmeli, daha o gün gelmeden heyecanıma ortak olunmalıdır yakın dostlarım tarafından. İşte herşeye böyle değer yüklemek hastalığım olduğu için hep soğuk kalmışımdır özel hayatım için ajanda kullanmaya.

İş hayatında not tutmadan çalışamayan ben, özel hayatım için bunu yapmanın mekanik bir şey olduğunu düşünüp herşeyi aklımda tutmaya çalışırken aslında herşeyi unutuyor olduğumu anlamıştım...

Olayın duygusal zafiyet geçiren bünyem tarafından sindirilmesinden hemen sonra bir ajanda programı çalıştırdım bilgisayarımın masaüstünde.

Ve işte o zaman ne kadar büyük haksızlık ettiğimi anladım kendi akılcağzıma
:((

Ajandanın ağustos ayına kadar olan kısmında neredeyse her hafta için en az 6-7 etkinlik işaretlemem gerekmişti. Üstüne doktor randevuları ve rutinleri de ekleyince kıpırdayacak yer bile kalmadı...

Şimdi ne zaman bir davet gelse, plan yapmak durumunda olsam hemen açıp bakıyorum ajandamı müsait miyim o gün diye :)))

Sevgili E. amniyosentez tarihin de sana son kez sorulduktan sonra, itina ile eklendi ajandanın en mütena köşesine koyu renk harflerle, işin komik tarafı yazar yazmaz ezberledim hangi gün olduğunu. Hani sen unutursan sor bana, hemen veriyim cavabını, o kadar eminim yani :))




.............(Görsel alıntıdır)..........

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Konser bu mu?



Dedim ya kendim için hiçbir şey yapmıyorum diye... Ve siz de bunu düzeltmek lazım dediniz hani ya bana :))

İşte buradan yola çıkarak, dostlarımızın da davetine uyarak Manga konserine gitmeye karar verdik...

Kadro nefis! Arkadaşım, eşi, 5,5 yaşındaki kızları, ben, eşim, 5,5 yaşındaki oğlumuz... Çocukları çıkar gruptan en küçük benim!! Ortalamamız 40 yaş seviyesine ancak iniyor :) Elimiz kalkmaz, kolumuz tutmaz, belimiz iki büklüm ama Manga dinleyeceğiz, kararlıyız feci halde :))

Çocukların keyfi olsun diye gittiğimiz hamburger restaurantından çocuk mönü alıp, çöktük ilk bulduğumuz masaya. Miniklerin oyuncaklarla oynarken yemeyi unutuyor olmaları nedeniyle yaklaşık 2 dakikada bir senkronize olarak "Hadi", "Hadii", "Hadiiiiii" diye yıprandıktan sonra konser alanına doğru ilerledik.

Kalabalık. Ve neredeyse bizden başka herkes çok genç :)) Biz elimizde çocukların çantaları, yüreğimizde müzik aşkı ile yerleştik bir yere ama çocuklar göremiyor! Gerçi ne göreceklerini de bilemiyorlar ama olsun, herkes nereye bakıyor ise onlar da oraya bakacaklar illaki! İş babalara düşüyor tabii, minik canavarlar babaların omuzları üstüne alınıyor hemen.

Konser 19 Mayıs coşkusu ve muhteşem bir havai fişek gösterisiyle başlıyor. Hep birlikte 10. Yıl Marşı'nı söylüyor ve Aaaaaa, Nefisssssssss, Vayyyyyyy çığlıkları sıkıştırıyoruz aralara. Muazzam bir güzellik var gökyüzünde ve biz hemen altında, saçlarımıza yansıyan ışık hüzmeleriyle keyfi sarhoşu bir halde gülüyor, eğleniyoruz.

Babalar hala taşıyıcı pozisyonunda tabii...

Minikler milletin başındaki şeytan taçlarını görünce istiyorlar, alıyoruz.
Susadık diyorlar, alıyoruz. Tam kadro emirlerindeyiz...

Havaya girmişler, etrafı izleyip diğer seyircileri taklit ediyorlar. Eller çoktan işaretini bulmuş bile, meloik yapıyorlar ikisi de :)))

Biz anneler zıplıyor, sallanıyor, haykırıyor ve tadını çıkarıyoruz eğlencenin.

Hava güzel, müzik güzel, biz güzeliz :)))

Bir ara küçük sevgilim babasının omzundan bana doğru eğiliyor, bir şey soracak belli. Hemen uzanıyorum ona doğru "Ne oldu annecim?" diyerek. Gözlerini kocaman kocaman açıp, bütün ciddiyetiyle soruyor

"Konser bu mu?"

Deliler gibi güleceğim ama o kadar ciddi bakıyor ki gülemiyor, kahkahamı yutuyor ve "Evet" diyorum, "konser bu!"

Benim evet yanıtımı duyduktan sonra kafasını anladım der gibi iki kere öne eğip dikiliyor gene, ellerini de kaldırıyor tekrar havaya biri yumruk olmuş diğeri şeytan kovalıyor havayı selamlayarak. Bu sahneye bakarken daha fazla kahkahamı tutmaya çalışırsam ölebilirim zira karnım, kasıklarım ağrıyor resmen :)))))

konser başladığından beri daha topu topu bir saat bile olmadı ama bakıyorum babalardan biri ufaktan boyun travması geçiriyor, yalvarıyor omzundaki canavara "iki dakika in, dinlenip alacağım hemen", ufaklık yanıtlıyor "Hayırrrrrr"

Daha fazla kıyamıyoruz babalara, arkadaşımla bakışıp "tamam, konser bitti" diyoruz "bizi oturup ayaklarınızı uzatabileceğiniz sakin bir yere götürün."

Hiç ikiletmiyor, koşarak çıkıyorlar konser alanından.

Evli, çocuklu, yorgun ve mutlu bir geceyi finaline erdirirken kendime eklediklerim var: Ruhumda biraz neşe ve dilimde iki cümle "Bitti rüyaaa"



blog layouts

Ayrıca önümüzdeki günlerde Eurovision 2010 'a ülkem adına katılacak olan MANGA'ya başarılar ve bol şans diliyorum, dilerim yüzümüzü güldürebilirler...

Eurovision 2010 şarkımız : We Could be the Same

You need to install or upgrade Flash Player to view this content, install or upgrade by clicking here.

16 Mayıs 2010 Pazar

Başarılar KANARYA'm



Taraftar olmanın en keyifli yanı bu bence, heyecan ile sonucu beklemek!
Tek yürek olup aynı sonuç için istek duymak!
Aynı renklere gönül vermek!

Akşam 22:00'de sezon şampiyonu belli olacak. Gönlüm takımımdan yana elbette, ailece çılgınlar gibi bekliyoruz o eğlenceye dahil olmayı ve Şampiyonluk kutlamalarının göbeğinde olup bu keyfi doyasıya yaşamak için son hazırlıklarımızı yapıyoruz :))


Ve ben Şampiyonluk yolunda son sınavına çıkacak olan takımıma tüm kalbimle başarılar diliyorum...




13 Mayıs 2010 Perşembe

Kime dökeyim derdimi?


Şikayetçiyim kendimden!

Hem de ÇOK!

Bir süredir kendimi çok ihmal ediyorum ve bundan mutsuz olmaya başladığım ve üstelik kendimi uyardığım halde hala aklım başıma gelmiyor :(

Hayatımı koşturmaca haline getiren bir çok sıkıntılı mecburiyetle birlikte bu akıntıya kapıldım, seri halde koşturup duruyorum. Her gün bir diğerinin tekrarı haline geldi ve ben; bu sıkıcı ve yorucu rutine tıkılıp kaldım resmen :(

Sürekli bir yerlere yetişmek zorundayım ve hiçbiri küçücük bir keyif kırıntısı dahi içermiyor, gidilmesi, yapılması gereken şeylerle dolu bir listem var ve hepsi benim sorumluluğumda...

Sorumluluklarım da değil derdim. Hiçbir zaman bomboş bir insan olmadım ki ben, olamadım, olmayı da istemedim zaten.

Sadece... Sadece eskiden küçük molalar çalardım zamandan, sadece kendim için; bir film seyretmek, bir telefon konuşması yapmak, dostlarla minik kaçamaklara takılmak, kuaförde fazladan belki de sırf şımarıklıktan yaptırılan bir kaç bakım...

Sabah kahvesi, kitap sayfalarına gömülmek, mutfakta yeni bir şeyler denemek, sırf hala işe yaradığımı hissetmek, umutsuz ev kadını havasına girmemek için parasına bile bakmadan üstüne atladığım işlerin tamamı için yaptığım her türlü şey; görüşmeler, taslaklar, sunumlar, araştırmalar ve ortaya çıkan sonuca duyduğum aşk...

Yazdıklarım, çizdiklerim, düşündüklerim, hissettiklerim.
Dokunduklarım, dokunmayı sevdiklerim; dokunmasını sevdiklerim, bana dokunanlar.

Yürümek... Amaçsız, telaşsız ve zamansız...

İşte sırf bu minik molalarla bile kendimi mutlu etmeyi özlemişim ben. Nedendir bilmiyorum ama bu ara tek ihmal ettiğim şey kendim oldum, hem de feci halde! Yapılacaklara o kadar kilitlendim ki o arada bir kahve içimi durak bile bana imkansız gözüküyor, lüks gibi geliyor.

E ama kendimi, kendime şikayet edecek kadar abarttıysam dayanacak halim de kalmadı demektir.

Bugün yapmam gerekenleri planlayıp güne henüz başlamışken çalan telefon uyandırdı beni bu kabustan. Şehir dışından gelen bir arkadaşım, bana ayıracak en azından birkaç saati olduğu müjdesini fısıldadı kulağıma ve benim aklımdan geçen ilk şey "Eyvah!" oldu!!

Evde yardımcım vardı, hastanede randevum vardı, kuru temizlemeye uğramak gerekiyordu, market alışverişi yapılacaktı, rengini gün ışığında beğenmediğim iki şort değişecekti, Belediye'ye evrak bırakılacak, okula uğranacaktı...

Ve o saniye ayıldım! Öfkeyle kendime "Pes be güzelim, bu kadar da değil" dedim, derhal diğer tüm planlarımı, randevularımı iptal edip ihtiyaç ve istek duyduğum o bir kaç saatlik boşluğa yer açtım.

Uçarak duşa girdim, kuaföre gidip insana benzedim ve direk dostlarla kucaklaşmaya koştum :)

Çok uzun bir süre sonra sadece kendim için birşeyler yaptım bugün nihayet, mutlu olduğum, hayatın tadını çıkardığım birkaç saat için izin verdim kendime. İhtiyacım olduğunu da bu sayede farkettim.

Umarım yarın tekrar aynı rutine kapılıp, kendim için lezzet katmadan yaşamaya devam etmem çünkü böyle olunca yaşanmıştan bile sayamıyorum geçip giden günleri. Birkaç satır okumak, bir kediyi okşamak, denizi seyretmek, bir el tutmak, bir gülücükle ısınmak...

Herşey ertelenebilir, ihmal edilebilir belki ama insan ruhunu beslemeyi ihmal edince kolay pes ediyor. Bu bir kulak çekme olsun kendime, tekrarı halinde yumruğu da indirmeli beynime...




.............(Görsel alıntıdır)..........

7 Mayıs 2010 Cuma

Acaba ?


Sohbet ederken aldı eline bu resmi, baktı ve " Baksana" dedi, "ne ilginç."

Uslu bir çocuk olup aldım uzattığı resmi, bu sefer de ben baktım. "Nesi ilginç?" dedim.

Kaşlarını çattı, alnı hafif kırıştı, " fotoğraftaki derinliği göremiyor musun yoksa?" diye sordu.

Tekrar baktım elimdeki resme, " iyi yakalamış ışığı" dedim.

"Daha derin bak!" diye ısrar etti biraz gerilen bir ses tonuyla. "Sen kesin anlarsın bu ironiyi, hayal kırıklığına uğratma beni!"

İçimden bir offff çektim, daha derin baktım. Daha da derin hatta. Sustum.

Elindeki kahveyi sehpaya bıraktı ve benden gizlemeye çalışsa dahi hissettiğim bir öfkeyle kalktı oturduğu koltuktan, iki adım sonra koltuğumun arkasında belirdi. Tam tepemden durdu ve elimdeki resme baktığı saniye kafasını iki yana sallayarak elime uzandı.

"Yanlış tutuyorsun!" dedi. Hızla alıp benden, çevirdi resmi ve tekrar tutuşturdu elime.

İşte o zaman gördüm onun bahsettiği derinliği. "Evet" dedim, "gördüm. Haklısın."

"Sanat bu dedi, başka bir el taşısaydı makinayı gölgelere başrol vermek aklına bile gelmezdi belki de..."

Haklıydı belki. Ama belki de gördüğü sadece kendi derinliğiydi."Ama resme böyle bakmamız gerektiğine emin misin?" diye üstüne gittim.

Bu sefer soran gözlerle baktı yüzüme, "nasıl bakacağız başka?" dedi. Benim baktığım hale getirip uzattım resmi tekrar ona,"iyi bak" dedim.


Baktı ve o saniye uyandı :) "Evet" dedi, "Işığı iyi yakalamış" :) ve başladı gülmeye. Kendini tutamadan, dakikalarca güldü. Ben de ona yardım ettim.

İşte bakış açısı...
Bazen durduğumuz yer doğru olsa bile baktığımız şey ters olabiliyor.
Veya yanlış açıyla bakıp detayları gözden kaçırabiliyoruz.
Ve de fikirlerimizde sabit olup, kendimizi en doğru sanabiliyoruz.

Bu yüzden bazen ters düşebiliyoruz.
Bu yüzden birinin gördüğünü diğeri göremeyebiliyor.
Veya olaya doğru açıdan bakmıyor olabiliyoruz ama farkına bile varmıyoruz.

İnsanlığı iletişimsizliğe sürükleyen yeğane ego bu belki de. Diğerinin gözüyle bakmayı, farklı köşelerden de görmeyi öğrenmemiz lazım.

Hala bilmiyoruz hangimizin bakış şekli doğruydu. Ancak biliyorum ki birbirimizin bakış açısı paylaştıkca zenginleştiriyor bizi.

İşte ben bu zenginliği seviyorum...






.............(Görsel alıntıdır)..........

4 Mayıs 2010 Salı

Adım Adım Engelleri Aşıyoruz...




Merhaba Sevgili Dostlar,

Ataşehir Belediyesi ile Türkiye Sakatlar Derneği Anadolu Yakası Şubesi arasında yapılan bir protokol neticesinde “Ataşehir Tane Tane Kapak Topluyor, Adım Adım Engelleri Aşıyor Kampanyası” başlatıldı.

04 Hazirana kadar sürecek olan bu kampanya neticesinde toplanan plastik ambalaj kapakları "Tekerlekli Sandalye" karşılığında bir geri dönüşüm firmasına verilecek.

Hiç tanımadığımız ihtiyaç sahiplerine bile bu kampanya ile el uzatma şansımız var ve bir tek yüzde bile bir gülümseme yaratabilmek dünyanın en büyük mutluluklarından biri bana göre...

Bu gülümsemeye ortak olabilmek için yapacağınız tek şey ise plastik ambalajları atmadan önce, kapaklarını almak. Biriktirdiğiniz bu kapakları da kampanya süresinde toplama birimlerine ulaştırmak. Çok da zor değil mi?

Ben seve seve destek olmaya başladım ve sizlerin de haberi olsun istedim. Ne kadar çok duyulursa o kadar çok faydası olur bu tip hareketlerin.

Detaylı bilgi almak ve Ataşehir Tane Tane Kapak Topluyor, Adım Adım Engelleri Aşıyor Kampanyası’na destek vermek isteyenler Ataşehir Belediyesi Çevre Müdürlüğü’ne 0216 570 50 99 numaralı Alo Çevre Hattı'ndan ulaşabilirler.

Katılımın çok olması dileğiyle,

2 Mayıs 2010 Pazar

Yalancıktan Ölü


Bazı blogger arkadaşlarımın bloglarında duyurdukları bir haberi düşünüyorum birkaç gündür, içim sıkılarak...

Konu; bir blog sahibinin, kendi bloğuna bıraktığı, gene kendine ait ölüm ilanının asılsız olduğunun ortaya çıkmasından ibaret.

Blog sahibi öldüğünü duyurduğu blogdan sonra başka bir blog açıp, başka biri gibi gene dalmış blog dünyasına ve yeni kimliğiyle gene eski tanıdıklarının arasına sızıvermiş...

Dostlar da kendi aralarında ikiye bölünmüş. Bir kısmı "Hata yapmış, özür dilemiş, affetmek lazım" derken bir diğer grup ise "Bunun özrü mü olur, hadi ordan!" tepkisinde. Beni esas üzen kısmı, dostların bu anlamsız meseledeki fikir ayrılıkları nedeniyle birbirlerini kırıyor olmaları aslında :(

Bir süre önce yaşadığım ve unutmayı tercih edip dibe gömdüğüm bu nevi bir durumu anımsattı bana olay. Hatırladığım meselede bana öldüğünü söyleyip sonra dirilen biri yok belki ama ilişkilerini hayatındaki insanların duygularını istismar ederek sürdüren bir sahtekar var. Fazlaca benzettim ben bu iki kişiliği/davranış şeklini birbirine ve size neler hissettiğimi anlatmak istedim belki birbirinizi daha kolay anlarsınız diye.

Benim hayatıma dahil olan insan sıklıkla hastalanır, sinirlenir, mutsuz olur, sorun yaşar, arada bir tek iyi şey yaşasa bu sefer de ailesinde sıkıntı bitmezdi. Ben üzülüp, yardım edememenin sıkıntısıyla elden ne gelir diye dertlenir çareler ararken bu dertli dostun başka ortamlarda eğlendiği, keyfinin pek de yerinde olduğunu duyduğumda bir an aptallaştığımı hatırlıyorum.

Nasıl yani? Neden benim onun için üzülmemi istiyor olabilir ki? Hastayım dediğinde sağlam, hastanedeyim dediğinde masa başında olduğunu görüp, "sadece seninle paylaştım" dediklerinin ise külliyen yalan olduğunu farkettiğimde çok da üzülmüştüm.

Ve affetmedim. Olan biteni farkettikten sonra artık benim için sadece eğlencelik haline geliverdi, ne ciddiye aldım ne de inandım. Adına dost dediklerimin beni her şekilde üzmesine katlanabilirdim ama salak yerine koymasına asla!

Ne yazık ki ben samimiyetimi verirken o sadece duygularımı sömürerek kendisini tatmin etmişti. Benim onun varlığına duyduğum saygının binde birini bile bana karşı duymamıştı. Ben dürüstken o sahtekardı.

Yani beni resmen kandırmıştı! Bana, fikirlerime, varlığıma hiç değer vermemiş ki yalan söylemekten çekinmemişti. Dostluğumu kaybetmekten bile korkmamıştı.

Sıradan biri yerine koymadığınız, kardeş kıvamına getirdiğiniz insanlar sizi böyle aldattığında kendinizi o kadar aptal yerine konmuş, aşağılanmış, alay edilmiş hissediyorsunuz ki bu duygunun telafisi mümkün olamayabiliyor. İşte o yüzden Affetmiyorum! diyen arkadaşlara saygı duyuyorum. Bu duyguyu ifade edebilmenin, içinizdeki öfkenin sebep ve boyutunu izah etmenin de çok zor oduğunu biliyorum.

Fakat sizinle aynı ortamı yaşamış ama bütün bu olan bitenden hiç rahatsız olmamış olan veya eskisi gibi gemisini yürütmek isteyen, olayı yaratan insanı belki de sizin kadar ciddiye almamış olanların savunmaya geçip, Affettim! diyerek sırt sıvazlaması da mümkün olabiliyor. Olaylara, kişilere, sonuçlara aynı yorumu yapmıyor olabiliyoruz.
Herkesin bakış açısı farklı, değer yargıları değişken nihayetinde.

Konuya mevzu olan şahsı pek tanımam ama bu yazdıklarımla anlatmaya çalıştığım şey aldatılmanın çok sinir bozucu birşey olduğu. Bir nevi taciz hatta, istismar, tecavüz, aklınıza ne nevi bir "hile ile dahil olmak" geliyorsa hepsi aynı kapıya çıkıyor. Aldatanın da özrünün ardından, affedenler kadar affedemeyenlerin de aslında kendisini sevmiş, bir değer biçmiş ama bu durum sonucunda allak bullak olmuş olmalarının çok normal olduğunu görmesi gerekiyor. Biraz sessiz kalıp, yaraları kişisel olarak tekrar sarmaya çalışabileceğini düşünüyorum, eğer gerçekten özründe samimi ise.

Diyeceğim o ki herkes aynı soğukta yaşar ama ertesi gün kimi hasta olup yatağa düşerken kiminin burnu bile akmaz. Aynı sofrada aynı yemeği yiyen herkesin zehirlenmemesi gibi bir nevi. Bence gelin hiç birbirinizi üzmeyin. Bir üçüncünün hatası yüzünden birbirinizi kaybetmenize değmez çünkü...




.............(Görsel alıntıdır)..........
Free Counter