25 Şubat 2010 Perşembe

Yanılıyorsun...

Olmaz!
Boşuna uğraşıyorsun...



Bir ağacı gövdesinden kesip attıktan sonra tekrar yaprak verebilir mi sanıyorsun?
O çok sevdiğin, altına uzanıp hayaller kurduğun gölgesini kaybettiğini göremiyor musun?



Bir ateşi sıcak tutmayı beceremezsen sana doğru uçuşan alevleri de göremeyeceğini söylesem şaşırır mısın peki?
"Ateş harlıyken çok yaklaşmadan usul usul beslemeyi bileceksin ki ne elin yansın ne de bedenin üşüsün demiştim", hatırlıyor musun?



Bir su birikintisinden çamurlu ayaklarınla içine girdikten sonra tekrar eskisi gibi olmasını bekleyebilir misin?
Hayır elbette kirin bulaşmıştır artık suyun temizine öyle değil mi?
Her istediğinde doya doya içebilmek için; uzanıp usulca dudağını değdirip, kirletmemeye çalışman gerekmez miydi?



Sana adanmış olan zamanı mutluluk getirecek şekilde kullanmayı başaramazsan süren bittiğinde yapamadığın şeyler için yas tutmaktan başka ne çaren kalır ki?
Bir şans daha dilenmekle de yitip gitmiş zamanı telafi etmek mümkün olabilir mi sence?



Bir insanı sevgi ve samimiyetin ile yanında tutamadıktan sonra eziyetle kendine bağlı kılabilir misin peki?
Kalsa dahi sevgisinden değil, mecburiyetinden kalıyor olması öldürmez mi senin içindeki seni de?



Peki bir insan senden gittikten sonra aynı haliyle, hiç gitmemiş gibi dönebilir mi sana sence?
Ya da sen Ayşe'yi, Fatma'yı, Zeynep'i koysan da yerine; hepsi birlik olsa bile; bir tek giden sevgi kadar edebilirler mi sence?


Herşey affedilir sanıyorsun ama gel sen inan bana; yanılıyorsun...

O L M A Z , Boşuna uğraşıyorsun...






.............(Görseller alıntıdır)..........

22 Şubat 2010 Pazartesi

Fahrenheit 451: Cehaletin esaretine bir öngörü...

Zor bir iş yapmaya çalıştığımı biliyor olmanın gerginliği ile dokunuyorum tuşlara şu an ve dilerim hak ettiği kadar özen ile anlatmayı başarabilirim.



Bir kitap, bir film, bir değişim, bir direniş, bir ekip başarısı, bir senfoni anlatmaya çalıştığım şey, neresinden tutarsanız o kadar çok incelikle karşılaşıyorsunuz çünkü: Bir kitap olarak doğup bir film olarak büyümüş "Fahrenheit 451"den bahsediyorum sizlere.

Ray Bradbury tarafından 1947'de "İtfaiyeciler" adıyla yazdığı ama yayınlayamadığı kısa hikayenin toplam 9 gün gibi kısa bir sürede 9,80.-$ daktilo kirası harcayarak geliştirilmesiyle birlikte oluşturduğu bu eseri ilk defa Galaxy isimli bir bilimkurgu dergisinde yayınlanmış ve sonrasında 1954 yılında 400.-$ ücret ile Playboy dergisinde yayınlanması üzere dergi sahibi Hugh Hefner'e satmıştır.

Kitabın esin kaynağının 1580'li yıllarda cadı olduğu gerekçesiyle yakılmaya çalışılan, ama kaçıp kurtulan ve bu konuda yazılan tüm kitapları saklamayı başaran büyük büyük büyük annesi; itfayeci olan amcası ve kendisine yürümeyi yasaklayan bir polis memuru olduğunu anlatır yazar, kitap ile ilgili sohbetlerinde.

Kitap ilk yıllar pek anlaşılamamakta ve çok ilgi çekmemektedir. Derken 1966 senesinde genç ve dikkat çeken Fransız yönetmen François Truffaut'nun elinde film olarak hayat bulur ve seyirci ile buluşur. Başrollerde ise Oskar Werner ve Julie Christie'ye rol verilmektedir.

Eser geleceğe dair bir ütopya içermekteydi yazıldığı yıllarda, şöyle ki "her türlü duygu ve fikri kişinin aklına sokan, kurcalamasına sebep olan, irdelemeyi özendiren ve bu sayede esas mutsuzluğu yaratan şey kitaplardır" dayatmasına dayanarak, yazılmış tüm kitapları yok etmek üstüne kurulmuş bir düzeni anlatmaktadır bizlere. İnsanlar artık sadece televizyon ünitelerinin karşısında oturup kendilerinden geçerek söylenenlere kilitlenen, sürekli aldıkları ilaç tabletleriyle ayakta kalan, farkında olmadıkları yalnızlıklarını kendilerini okşayarak giderme çabasında olan birer mekanizma haline gelmişlerdir.


Kişiler arası iletişim gün boyunca kurulan birkaç cümleden ibaret ve sosyallik denilen olgu TV programlarına katılımla sınırlıdır. Duygulanmak, kendini ifade etmek, hissetmek gibi kişinin içselliğe dönük tarafı tamamen sığlaşmıştır bu iletişimsizlik ortamında. İşin kötüsü bu durumu özgürleşmek olarak tanımlamaktadırlar...

Kitaplar yasaklandığı için geçmişe dair net bir bilgileri yoktur ve üstelik bilmiyor olduklarının farkında bile değillerdir. Eğitim sistemi tamamen ezber ve korku üstüne kurulmuştur. Korku duymak dışında başka herhangi bir duygu yaşıyor gibi değillerdir. Birbirlerini ihbar ederek çok rutin bir şekilde hayatlarını sürdürmektedirler. Yönetmen ekran önüne taşımaya çalıştığı bu kitlenin farkında olmaksızın yaşadığı geçmişe duyulan özlemi ise filmin akışında kullanılan eşyalara saklamıştır: Porselen çay demlikleri, eski tip telefonlar, 1930'lu yılların kostümleri...



İtfaiye görevlisi Guy Montag ile hayatını TV ekranı karşısında ve aldığı ilaçlar ile geçiren karısı Linda; hiçbir şeyi sorgulamadan rutin bir devinim ile yaşamaktadırlar. Bir gün Guy, yolda kendisi ile konuşan, sorular soran bu noktada diğer insanlardan farklı olarak düşünsel teması olan genç bir hanım ile tanışır. Ve uyanış böyle başlar...


( Yazının bundan sonrası filmin finaline dair bilgi içermektedir )

Baskın yaptığı evlerde bulduğu kitapları hemen o an yakmaya koşullanmış olan Guy, yeni tanıştığı Clarisse'den itfaiyenin eskiden yangın söndüren bir kurum olduğunu duyduğunda bunu o kadar net bir şekilde reddeder ki işte o saniye bile günümüz cehaletine tutulmuş bir ışık gibidir sanki...

Mesleğinden bahsederken büyük bir gururla aktarır Guy;

"Pazartesi Miller, salı Tolstoy, çarşamba Walt Whitman yakıyoruz. Cuma Faulkner ve cumartesi pazar Schopenhauer ve Sartre. Kitapları kül edip sonra da külleri yakarız!"



Hayatına giren Clarisse ile birlikte yoğun bir şekilde kitap okuma arzusuna kapılan Guy artık bu isteğine engel olamamakta ve yakmaktan kurtardığı her kitabı evine getirip geceler boyunca onlarla ilgilenmektedir. Ne yazık ki bu süreç karısı Linda'nın kendini ihbar edeceği ana kadar sürecektir.

Filmin sonunda Guy artık kitaplara ölümsüzlük kazandırmak isteyen bir gruba katılır ve Edgar Alan Poe'nun Gizem ve Hayalgücü Öyküleri'ni kendine kimlik edinir.



Fakat o sırada halk, tv ekranlarında Guy'un güvenlik güçlerince yakalanıp etkisiz hale getirildiği düzmecesini seyretmektedir.

Bana göre;

Cehalet&Eğitimsizlik insanlığı nasıl bir sona iteler sorusunun yanıtına net bir bakış içermekte eser. Otoritelerin uşağı haline gelmiş kurumlar, varoluş görevlerini unutup sadece emredilenlere koşarlar. Düşünmekten uzaklaştırılan insanlar sadece kendi menfaatlerini onlara ezberletildiği şekilde korumak adına başkalarına ve geleceğe verdikleri zararı farkedemezler bile. Bu kıstasın içinde gözünün önünü bile göremeyen beyni uyuşmuş bir insanlık söz konusu olduğunda ise artık televizyon gibi iletişim araçları dahi otoritelerin maşasıdır ve halka neyin empoze edilmesini isterlerse onu yayınlayacak kadar ele geçirilmiş olur. Dönüşüm bittiğinde ise "Nereden nereye geldik?" diye bile düşünecek fırsatı yoktur artık insanların.

Görevi kitapları bulmak ve yakmak olan itfaiye ekibini temsil etmesi için simge olarak şömine içinde yaşayan, ateşten etkilenmeyen bir semenderin seçilmiş olmasında bile bir dip not vardır aslında. Geçmişinde yangınlara düşman olan bir kurumun gelecekte otoritelerin hedeflerine hizmet etmek adına yangın çıkaran bir kurum haline gelebileceği uyarısı ile bile günümüz tehdidini anlatmaktadır sanki!


Günümüz için iyi bir bilim kurgu kitabı / filmi olmaktan çok uzak belki ama 1940'lı yıllarda hayal edildiği ve 1960'larda çekildiği düşünülünce hem düşünsel hem de görsel olarak ciddi bir iş olduğu konusunda hiç tartışma götürmemektedir.

Daha önce imkan bulamadıysanız bile daha fazla vakit kaybetmeden okuyun/seyredin derim ben. Geçmişin hayallerinde yaşayan bugünü seyredeceksiniz çünkü.

♥♥♥Filmin fragmanını seyretmek için bu bağlantıyı takip edebilirsiniz.

Küçük notlar...

Filmde ilk baskın sahnesinde ele geçirilen ilk kitap Cervantes'in Don Quixote ( Don Kişot) adlı eseridir ve diğerleriyle birlikte seri halde yakılır.

Fahrenheit 451; kağıdın yanma sıcaklığı olarak belirtilir fakat yazar bu bilgiyi itfaiye şefinden aldığını ama teyid etmediğini de belirtmektedir.

Japonlar bir Walkman getirerek kitaptaki kulaklıklı radyolardan esinlenerek yaptıklarını aktarmışlardır yazara.

Kitap yazarın basılmış ilk bilim/kurgu eseridir.

Filmde Jean Seberg tarafından küçük bir rol olduğu gerekçesiyle reddedilmiş olan kadın karakter rolünde Julie Christie görev almıştır. Ayrıca iradenin sahibi olmanın kişiye kazandırdığı farklara dikkati çekebilmek için ( ayrıca bütçeyi zorlamamak adına :) ) hem itfaiyecinin eşi Linda'yı hem de yeni tanıştığı Clarisse'yi aynı oyuncu oynamaktadır.

François Truffaut'un ilk renkli filmidir.

Ve yine François Truffaut'nun ilk İngilizce filmidir. Yönetmen diline tutkunluğuyla ünlü Fransızlardandır ve film İngilizce çekildiği halde çekimlerde sürekli Fransızca konuşulmuştur. Muhtemelen yönetmenin diline olan tutkusu nedeniyle, filmde yer alan kitapların çoğu; tarafından özellikle seçilmiş Fransızca eserlerdir

Film çekimleri sırasında oyuncu Oskar Werner ile yönetmen büyük gerginlik yaşamışlar ve bu neden ile filmin sonuna doğru artık işler kontrolden çıkma noktasına gelmiştir. Hatta filmin final sahnesinde oyuncu, yönetmene haber dahi vermeden saçlarını kestirerek bir çeşit protestoda bulunmuştur.

Oyuncu Oskar Werner'in ateşe yaklaşması gereken sahnelerde fazlaca tedirgin olup istemdışı bir halde ateşten uzaklaşıyor olması sorun yaratmıştır. Bu nedenle bu sahneler geri doğru oynatılarak monte edilmiştir filme. Aynı teknik itfaiyeciler aşağıdan yukarı doğru çıkarken ve ilk bölümdeki yanmaz elbiselerin giyilmesi sahnelerinde de kullanılmıştır.

Filmin başlangıcında jenerik; yazılı olana konan yasağın altını çizmek istercesine, yazılı değil sözlü olarak akmaktadır. Bu ilk defa yapılmış bir uygulamadır.

Film basit bir İngilizce kullanılarak çekilmiş ve mümkün olan tüm sahnelerde sözlü iletişim yerine görsel aktarım kullanımı tercih edilmiştir.




.............(Görseller alıntıdır)..........

15 Şubat 2010 Pazartesi

Bir düşe tutunmak...



Çok sevdiğim dedemi bundan 4 yıl önce tam 94 yaşındayken kaybettik.

Benim için dedem olmasının ötesinde bir kıymeti vardı, okumayı, yazmayı, yaşamayı, var olmayı onun enerjisiyle sevmiştim çünkü. Sürekli gülerek bakan gözleri, sevgi dolu yüreği, eğlenmeyi bilen altyapısı ve kişiliğini bütünleyen zekasıyla doğduğum saniye hakim olmuştu benliğime.

Onun gölgesinde büyümekten çok zevk aldım. Sadece serinleten ama asla kısıtlamayan bir gölgeydi üstümdeki çünkü. Analitik düşünmeyi hayatının baş koşuluna koyan ama duygusal zenginliğini asla yitirmeyen bir adamdı dedem. Sınırları yoktu ama prensipleri vardı, samimiyeti çoktu ama laubaliliğe de hiç yer yoktu onun gölgesinde.

Tıp fakültesi mezunuydu, Cerrah olan babasının izinden yürüyerek tıp okumayı seçmişti ve mesleğinde hep sevilen, saygı duyulan biri olmuştu. Ona bu işin sırrını sorduğumda bana işini severek yaptığını anlatmıştı. İşini severek yapıyor ve bu yüzden yorgunluk yerine mutluluk duyarak yaşıyordu hayatını.

Onu izleyerek büyümenin bana çok şey kattığına olan inancım o kadar büyük ki dedemi kaybetmiş gibi bile hissedemiyorum kendimi ben. Sanki bir seyahate gitti gibi geliyor bana. Çünkü o kadar fazla hayatımda ki fikirleriyle, öğrettikleriyle, bana verdiği güven duygusuyla dopdoluyum hala...

Aslında varmak istediğim yer dedemi ne kadar sevdiğim değil elbette ama konu dedem olunca çenem düşüyor fena halde :)

Geçmiş yazılardan birine kıymetli arkadaşım Bucera bir yorum eklemişti. O yoruma istinaden dökülüyor bunlar bu ekrana aslında.

Dedemin vefatından sonra odasındaki şahsi eşyaları toparlama işi bana verilmişti. Çalışma masasını toplarken kullandığı ajandayı karıştırdım önemli ve atlanmaması gereken bir notu olabilir diye düşünerek.

Ve kendi kendine İtalyanca öğrenmeye çalışıyor olduğunu farkettim şaşkınlık ile :)))

Ajandanın ilerleyen sayfalarında ise resmen bir İtalya seyahati planlamakta olduğunu farkedince şaşkınlığım bir kat daha arttı :))

Ajandayı elime alıp babaannemin odasına geçtim ve gördüğüm planı aktarıp haberi olup olmadığını sordum kendisine. Bir an daldı bakışları babaannemin ve yarı gülen yarı ağlayan gözlerle baktı yüzüme. "Evet" dedi, "aylar önce sabah kahvemizi içerken gençliğimizde yaptığımız seyahatleri konuşuyorduk. Bana 'tekrar gitmek istesek hangi ülkeyi yeniden görmek isterdin?' diye sorunca ben İtalya olsa keşke demiştim" dedi. Gözlerinden iki damla yaş aktı ve mendilinin ucuyla onları silerken " Demek plan yapmaya bile başlamıştı..." dedi usulca.

94 yaş. Yürümekte zorlanan bir çift bacak. Nefes almakta sıkıntı yaratan ciğerler.

Ve İtalyanca öğrenme çabası

Ve İtalya seyahati planları

???

Düşünüyordum da benim o an onun kadar enerjim yok, hevesim yok, "hadi gidelim" deseler, herşeyi halletseler bu sefer de yerimden kalkacak halim yoktu.

Ben bu kadar bezmişken o yaşta bir adamın bu gücü nereden aldığını anlamak bile zor geldi başlarda bana. Ama sonra anladım sanırım, yavaş yavaş. Yine bir ipucu vermişti bana, hayata dair.

İşin sırrı hayatı da sevmekteydi mutlaka...

Az kaldı diye korku duyup geçmişte kalan yılların yasını tutmak yerine bugüne kadeh kaldırmalı ve zamanın esiri olmadan nefes almalı hatta.

İşte o yüzden bu yazının girişinde hüzüne ait bir resim kullanmak istemedim, dedemin anısına saygı duymak ancak keyifle bakacağım bir görseli eklemek ile mümkün olacaktı sadece.



Bu resimler benim hayatı sevmekle birlikte beslenen düşüme ait resimler; İspanya'da bir köy. Cantabria.



Çok güzel değil mi?

Henüz İspanyolca öğrenmeye başlamadım ama planlarım arasına mutlaka yapılacak diye yazdım.

Hiçbir şeyi hesaplamadan doya doya şiirler okumalı, şarkılar söylemeli, yazılar yazmalı, dostlarla paylaşmalı, hatta yeni dostluklar kurmalı, kısacası hayata karışmalıyız.

Haydi lütfen siz de hiç vakit kaybetmeden tutunun bir düşünüzün peşine ;)




.............(Görseller alıntıdır)..........

12 Şubat 2010 Cuma

Büyük Heyecan


Karma karışık bir ruh halindeyim bugün...

Bundan yaklaşık 2 ay kadar önce başladı hikaye...

Redakte etmem için bir kitap metni düştü postama. Daha önce son derece ciddi boyutlarda metin yazarlığı ve editörlük yapmış olduğum halde ilk defa bir redaksiyon işine soyunuyor olmanın heyecanı vardı üzerimde.

İki hafta kadar bu kitap ile yattım, bu kitap ile uyandım ve günümü gecelerimi hep ona adadım. Yazmaktan daha zor bir iş olduğunu gördüm redakte etmenin bu sırada. Çünkü üzerinde oynadığınız kelimeler aslında size ait değiller ama şekillendirmek için elinize emanet edilmiş haldeler. Bir adım fazla atsanız yazara tecavüz etmiş olursunuz bir adım geri dursanız okuyucuya giden işte eksik kalmış olursunuz.

Üzerinde çalıştığım metnin orjinalinde üç ayrı dil konuşuluyordu, Yunanca, Türkçe ve Rumca. Ve bu zenginliği muhafaza edebilmek, doğal olarak Türkçe ortamına taşırken yitirmemek de gerekiyordu. Aynı anda çok cephede savaşmak gibi bir şeydi önümde beni bekleyen iş bu anlamda. İki hafta üstünde dansedip telif sahibine teslim edene kadar nefes almakta bile zorlandım diyebilirim açıkca :)

Bu eser üzerinde çalıştığımı bilen sayılı sayıdaki insanlardan biriyle öğle yemeğimizi yemek için sözleşmiştik bugün, karşılaştığımız anda ilk söylediği şey beynimde yankılandı resmen... " Kitap basılıp dağıtılmış!" dedi yüzünde koca bir tebessüm ile. İnanamadım...

Koşa koşa bulduğumuz ilk D&R a girmemizle kitapla burun buruna gelmemiz bir oldu.

Kitaba uzanırken sanki bebeğini ilk kez gören bir taze anne gibi hissettim kendimi. Dokunurken gözlerim doldu resmen, üstelik aynı anda birkaç kişi ayrı ayrı çalışıldığı için en son halini kimin verdiğini bilmiyor olduğum halde :))

Ben bugün bir bebeği doğurmuş, büyütmüş, büyük işler yaptığını görmüş ve onunla gurur duymuş bir anne gibi hissettim kendimi alt tarafı metni düzenlemek dışında bir katkım olmadığı halde.

Bu heyecan bile bitirdiğine göre beni kimbilir yazar olarak yarattığın bir eseri raflarda görmek nasıl bir duygudur...

Nasip olur mu acaba ?

:)





.............(Görsel alıntıdır)..........

9 Şubat 2010 Salı

St. Valentine Express


Aslında şu "tüketim toplumu çılgınlığı"ndan hiç hoşlanmamakla birlikte bu günü kazanç haline getirirken gerçekten yaratıcılığını ortaya koyan marka ve teşebbüslere de büyük takdir duyuyorum.

Hemen herkesin vitrinine koyduğu sevgiye obje olmuş desenlere bezeli bir satış taktiği yerine bu günü keyifli ve özel kılmaya yönelik yapılan tasarım ve organizasyonlardan keyif duyuyorum genellikle.

Bu sene izlediğim planlar içerisinde en çok beğendiğim organizasyonu sizlerle de paylaşmak istedim. Değişik bir gün yaşamak ve tadını ömür boyu hatırlarına taşımak isteyenler için oldukça romantik bir tur düzenlemişler...

St. Valentine Express

Haydarpaşa garından hareket edilecek romantik bir tren yolculuğu tasarlamış şirket. Ve şu cümlelerle tanıtmış programını:

"Eski 45'liklerin ve kırmızı şarabın eşlik ettiği tren yolculuğu, göl kenarında bulunan Sapanca'nın en iyi butik oteli Lale Otel'de, barbeque party için duraklıyor.

Yakılan ateş etrafında barbecue ve şarap keyfine perküsyon ve saksafon performansı eşlik ediyor."


Üstelik yolculuk sırasında gül satan teyzeler ve akordeoncular da size eşlik ederek yolculuğunuzu daha keyifli kılacak diğer katılımcılar olacakmış... Yolculuğa tek başına katılmak isteyenleri de düşünerek bir vagonunu da Yalnız ve Mutlu katılımcılar için ayırmış şirket.

Ben okuyunca çok romantik ve değişik buldum bu teklifi, Fransa ve İsviçre'de eski şato ve şarap mahzenli üzüm bağlarına yapılan büyülü seyahatlerin tadı geldi hemen aklıma. Belki katılmak isteyen arkadaşlar olabilir diye düşünerek buraya taşımak istedim.

Detaylı bilgi için lütfen tıklayın


5 Şubat 2010 Cuma

Yenilikler....

Yaklaşık bir sene olmak üzere bu blog için ilk yol alışımdan beri. Öncekileri nerelerde yitirip gittiğimi bile hatırlamıyorum ama burada olmaktan çok mutluyum şimdilik :)

Değişiklikleri çok kolay kabullenip hayatıma dahil edemeyen ruhum bunu aynen burada da birebir yaşıyor ve başladığı haliyle devam ediyor blogumdaki pek çok şey.

Birkaç değişiklik -ki hemen sevip çok çabuk adapte olduğum şeylerdi onlar da- eklendi bu yıl içerisinde sadece. Onları tanıştırayım istedim sizlere de:

İlki sayfanın hemen sağ tarafında durmadan hoplaşıp zıplaşan bir minik kedicik.




Adı Ateş.
Ve bıkmadan usanmadan kovaladığı kıpır kıpır o güzel kelebeğin adı da Aşk.

Her ikisinin de sayfamda barınıyor olmasından pek mutluyum, seyretmek bile enerji ve neşe veriyor bana. Siz de seversiniz umarım :)

Diğer bir değişiklik; Sokak Kedisinin de artık bir Facebook profili var. Selam vermek isterseniz beklerim, yüreği güzelliklerle çarpan herkes için yer var hayatımda...

Son değişiklik ise Blog takipçisi Facebook kullanıcılarını blog gezmek zahmetinden kurtaran, blog yazarlarını da sürekli facebook üzerine paylaşım yapmak için ilave işlemler yapmaktan kurtaran bir Network ağına eklenmiş olması Sokak Kedisinin. NetworkedBlogs yani. Siz ağa dahil olarak blogunuzu profilinize taşırken dostlarınız da Follow seçeneğini tıklayarak facebook üzerinde paylaşımlarınıza dahil olup yorumlar bırakabiliyor. Herkes için kolaylık bir nevi. Kullanmak isterseniz ve destek gerekirse yardımcı olurum seve seve.

Benden haberler böyle şimdilik,

Varlıklarıyla bana değer katan tüm arkadaşlarıma sevgilerle

3 Şubat 2010 Çarşamba

An'ı yakalamak




Akşama çalmak üzere gün hızlıca ve yoğun kar var gene İstanbul'da.



Elimde okumaya doyamadıklarımdan Ahmet Telli, kulağımda dinlemeye doyamadıklarımdan Michael Bolton ve dudağımda içmeye doyamadığım bir fincan kahve ile sessizce gülümsüyorum, bugüne veda ederken usulca...

"Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen

Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor

Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte
Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum
Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa
Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan
Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık ...


Diye devam ediyor Ahmet Telli ve ben düşünüyorum "bozulmuş mudur imlam acaba?" diye...





.............(Görseller alıntıdır)..........

1 Şubat 2010 Pazartesi

Çocuk Olsam Yine



Keşke tekrar çocuk olabilsem…

Dizlerim sıyrılıp acısa keşke yüreğim yerine; telaş içinde koştururken birbirimizle çarpışıp düştüğümüz günlerdeki gibi.

Toprağa boylu boyunca uzanmış, çamur içindeki üstümle bir karınca yuvasının kapısını seyrederken hayatımın ilk gözlemini yapsam, sokakta yanındaki kadını tokatlayan adamı seyretmek yerine.

Bir oyun oynasak şimdi toplanıp yerleri yemyeşil çimlerle kaplı göğü limon ağaçlarından bezenmiş bir arka bahçede; birbirimize türlü oyunlar oynamak yerine.

Dalından kopardığım bir mandalinayı soysam ve "bir sana, bir tane de sana" diye paylaştırsam ağzı sulanarak elime kilitlenmiş sabırsızlıkla bekleşen oyun arkadaşlarıma; ağzı sulanarak bana bakan sokak serserilerine içimden saydırmak yerine.

Hastalandığım zaman annemin kucağında abarta abarta nazlanabilsem keşke gene, telefonda “İyiyim ben” diye yalan söylemek yerine.

“Sevmiyorum” diyebilsem keşke sevmediklerime, “Özledim” diyebilsem keşke özlediklerime çocukken baktığım gibi bakarak direk gözlerinin içine.

Gitmek istemediğim zaman “gitmeyelim” diye, dönmek istemediğim zaman “kalalım” diye tutturabilsem keşke gene gözyaşları içerisinde; “Hadi” diyen olmak yerine.

Telefon çaldığında heyecan içinde koştursam keşke ilk ulaşıp açan olmak için; biri telefona baksın diye bekleyip hep aynı kelimeler ile konuşmak yerine.

Ödevlerim olsa ve sabaha yetiştirmem gerekse keşke, matematik problemleri beklese beni çantamdaki defterin içinde; geleceğe dair endişeler yerine.

Babam dünyanın en yakışıklı erkeği ve annem dünyanın en güzel kadını olsa ve ben de dünyanın en mutlu prensesi olsam keşke gene koskoca bir kadın olmak yerine…

Kardeşim oyuncaklarımı kırmasın diye birer birer saklasam keşke onları gene, bambaşka insanlar ve hayat çocuğuma zarar vermesin diye tetikte olmak yerine.

Bakkal “Bakkal Amca”; Kasap “ Ali Dede”; Manav “ Ömer Abi” olsa keşke yine; Express mağazadaki sürekli değişen kasiyerler yerine…

Mahalledeki köpeklerin kenelerini ayıklasam, kedilere köftelerimi yedirsem ellerimle keşke; hiç tanımadığım sokak hayvanlarına çılgınlar gibi koşturan oğlumu gördüğümde “Dur evladım! Sakın elleme! ” demek yerine.

Çeşmeden su içebilsem keşke gene; o koca damacanaya mahkum olmadan…

Parmaklarım boya lekeleri içinde olsa yine tırnaklarımdaki ojeler yerine

Keşke tekrar çocuk olabilsem ve büyümek için hiç acelem olmasa bu sefer eskisi gibi…





.............(Görseller alıntıdır)..........
Free Counter